Biz iman etmiş mümin insanların en belirgin özelliği, hayatlarımızın hemen hemen her alanının belli ölçülere göre şekillenmiş olma zorunluluğudur. Bir Müslüman’ın neye, nasıl, ne surette iman etmesi gerektiği de; neyi, nasıl, ne ölçüde yapması gerektiği de vahiyle sabittir. Vahyin yanı sıra, sahih hadislerle de bu prensipler manzumesi desteklenmiştir. Çok genel bir kavramsallaştırma ile biz bu prensiplerin bilinmesine ya da bilinmesi için çaba gösterilmesine “fıkıh/fıkhetme” diyebiliriz.

Maksadım, kısacık gazete köşesinde Fıkıh usulü meselelerine girmek değil. Ancak ortada derin bir çelişik vaziyet var ve bu mevzu açıklığa kavuşmadan bizler içinde bulunduğumuz fasit dairede dönüp durmaya devam edeceğiz gibi.

Eğer bizler ferdi ya da içtimai hayatımızın bundan sonraki zaman dilimlerini Müslüman olarak geçirmeye kararlıysak, bizden önce hayat sürenlerin kahir ekseriyetinin yapmış oldukları gibi hayatımızı “fıkıh” çerçevesinde şekillendirmek mecburiyetindeyiz. Peki neydi onları bizden ayrı kılan? Onlar, hayatı fıkhın çizdiği sınırlar dahilinde anladılar. Hayatları hudutlarla kuşatılmış olduğundan hadlerini biliyorlardı. Çarşı-pazarda yürürken gözlerinin bakması gereken yerden tutun da bir devletle kuracakları ilişkilere kadar bir fıkıh üzre hareket etmeleri gerektiğinin farkındalardı. Ayakyoluna nasıl gireceklerinin, girerken hangi duayı okuyacaklarının, çıkarken hangi duayı okuyup nasıl çıkacaklarının da bir fıkhı vardı. Ve pek tabii ki, devleti yöneten kişi ile aralarındaki muameleler, bir biat fıkhı ile belirlenmişti.

Peki bizim son iki haftada görünür olarak yaşadığımız ama aslında uzun süredir duçar olduğumuz illetli durumumuzla bu fıkıh muhabbetinin nasıl bir alakası var? Öyle ya her saatini geçtim, nerdeyse her dakikası bizleri dumura uğratan farklı bir ayrıntı ile karşı karşıya kaldığımız ülke gündeminin ortasında nerden çıktı fıkıh?

Dostlar! Bizler çok zamandır kimimiz günahkârlığımızdan, kimimiz uydurduğu zaruret kılıklı tahsiniyatlardan, kimimiz de haciyat/ihtiyaçlar kabilinden mazeretlerle(!) fıkhın tahkim edilmiş duvarlarını bir bir yerle yeksan ettik. Gerek ferdi gerekse içtimai gayelerimiz uğruna fıkhın hudutlarını ya zarurete sığınıp esnettik ya da takiye adı altında hepten sildik. Hudut belirsiz kalınca, içimizden haddini bilmez birçok güruh peyda oldu. Hâlbuki zaruretin hatta kısmen takiyenin bile kendine mahsus bir fıkhı vardı. Fıkıhsızlık fitnedir.

Öyleyse içinde bulunduğumuz ve gelecekte içinde bulunacağımız muhtemel fitnelerden kendimizi nasıl muhafaza edeceğiz? Bu soruya acizane benim cevabım, “fıkıh öğrenerek” olacaktır.

Ya dinimizden vazgeçeceğiz ya da fıkhetmeyi öğreneceğiz. Fıkıh öğrenmenin hızlı ve yaygın yolu eğitimden geçiyor. İsteyen imam hatip mekteplerinden, isteyen diyanetin eğitim imkânlarından, isteyen resmi olmayan kanallardan bir şekilde fıkıh öğrenmeli. Olmazsa olmaz şart bu fıkhın ehlisünnet merkezli sahih bir kaynaktan ve fıkhetmeyi bilen bir hocadan öğrenilmesi.

Ey kari! Kafan karışmasın. Sen şimdi “Ey muharrir! Başımıza bunca şer işler açan, canımıza ve vatanımıza kasteden bu hainler, zaten senin dediğin gibi yetişti. Görünür de senden benden daha muttakiydi. Ayakyoluna giderken de yolda yürürken de ağızlarından dualar düşmezdi…”

Ey kari! Haklısın. Manzara dediğin gibiydi. Lakin onlar fıkhetmiyor ve fıkıh bilmiyorlardı. Onlar fetva sorup fetva dinliyorlardı. Fıkıh bilmeden fetva dinlerse insan, fetvayı verecek bir müftü, olmadı bir vaiz mutlaka bulunur. Vaiz fetva verirse cemaat de ne yapıp eder, o fetvayı uygular. Fıkhetmekten aciz bir inanlı, kendi katline verilen fetvanın icabını, cennetler içre huri hayalleriyle yerine getirir. Getirdiler de…