Edebiyat kuramcıları “üçgen arzu” diye bir kavramdan bahis açarmış. (1) Arzu eden, (2) arzu edilen ve (3) [arzu eden ile arzu edilen arasına giren] engel. “Nasıl ‘iki hidrojen bir oksijen’den biri eksik olunca, su olmuyorsa, bunlardan biri, hele de ‘engel’ olmayınca, hikâye başlamıyor” diyor Mahalle Mektebi dergisindeki söyleşisinde Şaban Sağlık.

Baştan hatırlatıyor Şaban Hoca: “Bana hikâye anlatma!” diye küçümseniyor hikâye. Ne acı! Oysa hikâye hayatın ta kendisi. Akıp gidenlerin kalbe dokunduğu yerde başlar hikâye. Hikâyesi olmayan şey, yok gibidir, önemsizdir. İnsan, atomlardan değil hikâyelerden meydana gelmiştir. Yazılı, sesli, görüntülü tüm anlatılar, bir hikâyeyi anlatır, bir hikâyeyi ayağa kaldırır, bir hikâyeyi sürdürür, muhatabının aklını o hikâyeye dâhil olacak şekilde çeler, o hikâyeye katar. Bize hikâyesine katmayan bir film sıkıcıdır. Bize hikâyemizi hatırlatmayan bir yazı soğuktur, uzaktır.

İnsanın hikâyesi, cennette başlıyor. Arzu eden ile arzu edilenin buluştuğu yerdir cennet. Pürüzsüz huzur mekânıdır. (“Huzurun hikâyesi yoktur”-Rasim Özdenören) Derken üçüncü köşe çatılır: “Şecere-i huld” (Birileri, “yasak ağaç” “yasak meyve” falan dese de, Kur’ân’cası “sonsuzluk ağacı” “süreklilik kaynağı” “garanti ağacı” meallerine işaret ediyor. Bu anlamlar, insanî bir vehmi imler: Allah’a muhtaç olmadan var olma vaadi, kendini garantileme hevesi…) “O ağaca dokunmayın!” emri gelir gelmez, ‘engel’ çıkıyor sahneye, üçgen arzu tamamlanıyor. Sonrası mâlum… Şimdi bu makaleyi okuyan ya da yazan olduğumuz an’a kadar uzanıyor hikâye. İnsan cennetten indiriliyor ve hikâye başlıyor.

İnsanın arzu ettiğinin uzağında kalışı hikâyenin zembereğidir. Kırılmalar, çatlamalar, pürüzler,  acılar, hüzünler, yoksunluklar, terk edi[li]şler,  hikâyelere can kulağı kesilmemize neden olur. Nerede ve ne zamanda olursak olalım, umduğunu bulamayışlar, istediğini alamayışlar, âşık olduğuna kavuşamayışlar kalbe dokunur, kalple okunur. Kalbimize dokunmuyorsa hikâye, hep dışarıda kalırız, hep seyirci oluruz, ‘tuzu kuru’ ve dertsiz bakakalırız. Tasasız ve dertsiz kaldıkça, insan olmaya dokunamayız. Kendini soğuk suya bırakamayanlar gibi, denizin kıyısına mahkûm oluruz.

Belki aceleci bir çıkarım ama olsun. Heyecanımı paylaşayım dedim. Oruç da bir tür ‘engel’ koyma olmasın! Sanki ‘şecere-i huld’ vesilesiyle, cennetten dünyaya indirilen insan, ‘oruç tutarak’ da, cennet sandığı, cennet diye kandığı dünyadan indiriliyor. Dünyanın uzağına itiliyor, huzurun taşrasına konuyor. Misal: Su ve ekmek, sair zamanlarda gözümüze “garanti” gibi görünürken, birden çekiliyor dudağımızdan ve elimizden. Böylece “cennetten indirilme hikâyesi yeniden başlatılıyor, hikâyemiz kontrollü olarak da olsa, taze bir filiz gibi uç veriyor, yenileniyor. Bu gönüllü indirilme, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki sözleşmeyi yeniden okumak/yazmak anlamına geliyor. Oruca ‘tutunarak’ babası Âdem’in ve annesi Havva’nın hikâyesinin sahihliğine dokunmaya çalışıyor. Unuttuğunu, unutabilir olduğunu, unutabilir olduğunu da unuttuğunu hatırlıyor insan.

İnsan için en büyük felâket herhalde gurbetini sıla sanmasıdır; gurbetini sıla sananlar sadece sıladan olmakla kalmaz, sılaya kavuşma ümidini de elinin tersiyle iter. Kalmaya razı oldukça, gidebileceği tüm güzel yolları kendi kendine kapatır. Galiba, oruç, dünyayı bir kez daha gurbetleştirmek için aramıza indirildi. Buraya ‘şimdilik’ indirildiğimizi hatırlatmak için. İndirilen Söz’le kader birliği ederek. Düştüğümüz yerden kaldırılacağımıza dair ümidimizi imanımızı tazelemek için belli ki… Bizi buraya indiren, elbette ki buradan kaldırır da…

Her iftarda ‘cennet’e yeniden alınışımızı, alınabileceğimizi idrak ediyoruz. Ve ‘mutlu son’ ümidini kalbimizin başköşesine koyuyoruz. İftar vaktinde, dünyanın üzerine çıkıyoruz. İmsak vaktinde, dünyaya ihtiyaçsızlığımızı ilan ediyoruz.

Tam da burada, aramıza bir indirilmiş Ayşe Şasa güzelliğini hatırlıyorum. Bedeli ödenmiş sözlerin sahibi Ayşe Şasa’nın dediği ne kadar canlıymış meğer. Oruç gibi tenimizde. Oruç gibi yüreğimizde: “Öbür dünyada Allah’a anlatacak güzel bir hikâyem olsun…”