Avrupa Parlamentosu 13 Eylül tarihinde tartışmalı 2022 Türkiye raporunu; 18 ret ve 152 çekimser oya karşı 434 lehte oyla kabul ederek yayınladı. Aslında bu rapor bizim için çok da şaşırtıcı olmadı zira rapor AP Genel Kuruluna gelmeden önce 18 Temmuz’da dış ilişkiler komisyonunda görüşülerek kabul edilmişti.

Her ne kadar Avrupa Parlamentosu’nun yıllık izleme raporları tavsiye mahiyetinde olsa da içerdiği Türkiye aleyhindeki maddeler ve haddini aşan talepler nedeniyle büyük infial yaratmıştır.

Tek taraflı ve zamanın ruhunu yansıtmaktan uzak raporun içeriğine ve rapora yönelik tepkilere geçmeden önce Türkiye’nin; 1959 yılında, o zaman adı AET olan Avrupa Birliği’ne üyelik için başvurduğunu, 1999 yılında aday ülke statüsünü aldığını, 2005 yılında üyelik müzakerelerine başladığını hatırlatmakta fayda var.

Buna mukabil müzakerelerin başlamasıyla 35 fasıl üzerinden ilerlemesi planlanan süreç, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyinin 11 Aralık 2006 tarihinde aldığı, “Konsey; Türkiye, Gümrük Birliğini Kıbrıs da dâhil olmak üzere 10 üye ülkeyi kapsayacak şekilde genişleten AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması'nın Ek Protokolü’nde yer alan taahhütlerini yerine getirene kadar, Türkiye’nin GKRY’ne getirdiği kısıtlamalarla ilgili sekiz faslın müzakerelerinin askıya alınmasına ve diğer fasılların kapanmamasına karar vermiştir” şeklindeki kararı gereği fiilen durmuş ve o tarihten sonra ne yeni bir fasıl açılabilmiş ne de açılmış olan fasıllar kapatılabilmiştir.

Yani Türkiye’nin AB üyelik süreci; AB’nin önceki kararlarına aykırı şekilde ve neredeyse bir oldubittiyle GKRY’nin 2004 yılında birliğe üye edilmesiyle önce sekteye uğramış akabinde de kesilmiştir. Çünkü GKRY elindeki veto gücünü kullanarak Türkiye’nin üyeliğini engellemiş ve diğer üyeler de bu duruma göz yummuşlardır.

İşlemeyen müzakere sürecine rağmen Suriye’deki iç savaş nedeniyle başlayan mülteci akınının Avrupa’ya ulaşmasını engellemek için 2013 yılı sonunda AB ile Türkiye arasında, “geri kabul” anlaşması olarak bilinen “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşma, her ne kadar kapsamı ve amacı sınırlı da olsa, iyice sönümlenen ilişkilerin yeniden harlanması için bir fırsat olarak görülmüştür. Ancak AB’nin bu anlaşmayla sadece kendi üzerine binecek mülteci yükünü hafifletmeye çalıştığı ve belirli bir miktar parayla yükün tamamen aday ülke Türkiye tarafından üstlenmesini talep ettiği anlaşılmıştır.

Türkiye ile AB arasında büyük bir kopuş yaşandığı ve artık tarafların 2005’teki müzakerelerin başladığı havayı yakalamalarının mümkün olmadığı 15 Temmuz 2016 tarihindeki hain darbe teşebbüsü esnasında açık bir şekilde anlaşılmıştır. Zira AB kurumları ve üye ülkeler bu süreçte seçilmiş meşru hükümete destek vermekten imtina ederek sessiz kalmışlardır. Hatta pek çoğu NATO üyesi ve sözde müttefikimiz olan AB ülkeleri; darbe teşebbüsünde görev alıp başarısız olduklarını anlayınca kaçan hain FETÖ’cülere kucak açmışlardır.

Zaten problemli olan Türkiye-AB ilişkileri o tarihten itibaren iyice bozulmaya başlamış ve her yıl benzer raporlar hazırlanarak Türkiye, birlikten tedricen uzaklaştırılmaya, tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık gibi uydurma modeller yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştır. 

AP’nin son raporunu da bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Keza raporda Türkiye’nin jeopolitik önemine dikkat çekilip mültecilere yönelik politikaları ve Rusya-Ukrayna savaşındaki arabulucu rolü övülürken; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularındaki sözde eksiklikler nedeniyle eleştirilmekte ve bu nedenle tam üyeliğe gidecek müzakerelerin yeniden başlamasının mümkün olmadığı, bunun yerine imtiyazlı ortaklık gibi formüllerin değerlendirilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir.

Bu haliyle Türkiye tarafından kabul edilmesi mümkün olmayan bu rapora ilk tepki Dışişleri Bakanlığı tarafından verilmiştir. Yapılan açıklamada, “Türkiye karşıtı çevrelerin dezenformasyonuna dayalı haksız itham ve ön yargılarla dolu bu rapor, AP’nin gerek ülkemizle ilişkiler gerek AB’nin geleceğine ilişkin her zamanki sığ ve vizyonsuz yaklaşımının bir yansımasıdır. Bu rapor, maalesef AP üyelerinin gündelik popülist siyasetin esiri olduklarını hem AB’ye hem bölgemize yönelik doğru stratejik yaklaşım geliştirmekten ne kadar uzak kaldıklarını da göstermektedir” denilerek belirli çevrelerin tek taraflı görüşlerini yansıtan, tarihî ve hukuki gerçekliklerden kopuk iddiaların hiçbir hükmünün bulunmadığı belirtilmiştir.

Dışişleri Bakanlığının yaptığı açıklamada 2024 yılında yapılacak seçimlerde AP’nin yapısının değişeceğine vurgu yapılarak “Seçimler sonrasında oluşacak yeni parlamentonun tarafsız, rasyonel ve yapıcı bakış açısıyla hareket edeceğini ümit ediyoruz.” denilerek ilişkilerin devamı konusunda şartlı da olsa bir açık kapı bırakılmıştır.

Bakanlığın kullandığı bu diplomatik dile rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soru üzerine verdiği cevap ziyadesiyle manidar bulunmuştur. Keza Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Avrupa Birliği Türkiye'den kopmanın gayreti içerisindedir. Bu dönem içerisinde biz de bu gelişmeler karşısında değerlendirmelerimizi yaparız ve bu değerlendirmeden sonra gerekirse Avrupa Birliği ile yolları ayırabiliriz” diyerek Türkiye’nin AB’ye mecbur olmadığını net bir şekilde ifade etmiştir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözleri bazı Batılı medya kuruluşları tarafından blöf olarak yorumlansa da Türkiye’yi ve Erdoğan’ı yakından takip edenler, bu sözlerin blöften ziyade samimi bir ikaz olduğunun altını çizmişler ve AB’nin şapkasını önüne koyarak artık Türkiye konusunda bir karar vermesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Sonuç olarak, AP’nin son raporu Türkiye ile AB arasındaki üyelik sürecinin tamamen sonlandırılmasına ve yolların ayrılmasına sebep olur mu bilinmez ama ortada somut bir gerçek var ki, o da artık AB’nin Türkiye için itici güç olmadığıdır. Zira Türkiye, AB’nin öne sürdüğü kriterlerin büyük kısmını Ankara kriterleri olarak hayata geçirmiş ve mevcut haliyle pek çok AB üyesi ülkeden daha ileri bir duruma gelmiştir. AB’nin Türkiye’yi ne içeri alan ne de tamamen dışlayan ikircikli tutumu da daha fazla sürdürülebilir değildir.

Zira yeniden şekillenen küresel düzende AB, Türkiye için tek alternatif değildir. Bununla birlikte AB artık bir muasır medeniyet çıpası da değildir. Dolayısıyla AB’nin de Türkiye’nin üyeliği konusunda ipe un sermekten vazgeçmesi ve rasyonel bir karar vermesi elzemdir. Aksi takdirde Türkiye’nin kendi çıkarları için başka alternatifleri değerlendirmesi sürpriz olmamalıdır.