Vefat haberini alınca anladım pek çok güzel şeyin sonu olduğunu.

Yanımdaydı on beş yıldan beri, beraberdik.

Acı-tatlı, iyi-kötü günlerimiz oldu.

Kimi zaman o bana sitem etti, kimi zaman da ben ona. Biliyordum, lakin idrakine varamadım, insanın yaşlandıkça çocuklaştığını.

Bir çocuğun anne-babadan beklentisi neyse, anne-babanın da evladından aynı muameleyi beklediğinin şuuruna varamadım.

Üzgünüm. Cahillik ne fena bir şeymiş, bu yaşımda bir kez daha anladım.

Her akşam birbirimizin hatırını sorar, koyu sohbetler ederdik. Eskileri andıkça, hatıraları yad ettikçe şenlenirdi o güzel yüzü. Gülümserdi. Anlamıştım, hafızası daha çok eskiye yönelikti. Dün değil, yıllar öncesi diriydi daha çok hafızasının.

Sabah giderken, “Allah’a ısmarladık anne” dememi çok önemser, o gür sesiyle, “güle güle gurban olduğum” derdi. Sahiplenildiğini, o evin bir bireyi olduğunu düşünür, sevildiğini hissederdi. Mutlu olurdu.

Akşam eve gelince, “hoş geldin oğlum, ne yaptın bugün?” der, konuşmamı, kendisiyle sohbet etmemi beklerdi. Bilirdim, özlerdi beni. Konuşmak, yükümü almak isterdi o yaşlı haliyle.

Kıyamazdı bana. Hem de hiç…

Hiç hesapta yoktu gidişi. Plansız, programsız, bişeydi. Ansızın gitti. Hani derler ya, “bir varmış, bir yokmuş” diye, aynen öyle bir şey. Vardı ve gitti.

Sanki, ben ölene kadar yanımda kalacak, gözlerimi dünyaya kapattığımda, o hala var olacak, başucumda bulunacak gibiydi. Ama öyle değilmiş, yeni idrak ettim.

Ah anacağım! Yaktın beni gidişinle!

Babamı kaybedince de üzülmüş, kahrolmuştum. O andan itibaren yeryüzünde koruyanımın, kollayanımın kalmadığını, yalnız kaldığımı hissetmiştim.

Ama anneyi kaybetmek başkaymış işte dostlar. Babasızlık dünyada savunmasız, bir başına kalmak olsa da, anneyi kaybetmek duasız kalmakmış meğer.

Anladım ki annelerin evlatlarına duaları, yüce yaratıcının kullarına rahmet, mağfiret eliymiş. Yarattıklarına vereceği bereketi annelerin dualarıyla gerçekleştirirmiş Rab.

Bu saatten sonra hem yetim, hem de öksüz kaldım dostlar. Her ikisinin de yükü var yüreğimde şimdi. Öyle ağır geliyor ki.

Meğer anne babanın varlığı, bu dünyada zırhmış kötülüklere karşı.

Dünya bir tuhaf geliyor şimdi. Dün vardı, bugün yok. Bütün teselliler boş, yersiz, anlamsız o olmayınca.

Dostlar ziyarete geldikçe güzel, teselli edici cümleler sarf ediyorlar, içten, samimi. Ama hiç birisi yürek yangınımı bastırmıyor. İçimdeki ateşi söndürmüyor.

Meğer ne çok şey ifade ediyormuş anamın varlığı. Şurda, aha şu köşede, bir başına oturup, bana bakması, gülümsemesi bile yetiyormuş.

Şair boşuna dememiş, “ana gibi yar olmaz” diye. Yaşayan bilirmiş ancak, anneyi kaybettikten sonra kelimelerin anlamsız, kavramların beyhude olduğunu…

Son gece, biliyormuş gibi elimi tuttu, avuçlarının arasına aldı, “hakkını helal et oğlum” dedi, “yük oldum sana”

Ağladım. “Öyle şey mi olur anne, asıl sen hakkını helal et” dedim. Öptüm elini, yüzünü okşadım; bir çocuk teni gibi yumuşacıktı derisi. Açtı gözünü, bakışlarını gözüme dikti son kez. Boşluğa bakar gibi baktı. Sonra yumdu. Önceki hastalıklarından biri zannettim, geçer diye düşündüm.

Ama öyle değilmiş işte. Gitti. Hem de bu dünyada bir daha görüşmemek üzere, temelli gitti. Hayalimle avun diye, anılarını bıraktı sadece geriye.

Çevremin onca kalabalığına, sevenlerimin çokluğuna, aile ferdimin geniş olmasına, çocuklarıma, eşime rağmen yalnızım. Bilemedim, meğer anam hepsiymiş.

Bilmem ki sevgi feryadım varır mı makamına? Bilmem ki iştir, duyar mısın beni? Bilmem ki sen de oradan sevgi gözyaşları döküyor musun bana?

Hakkını helal et anam? Her ne kadar son gece, “yük oldum sana, hakkını helal et oğlum” desen de, ben hala sana iyi bakamadığımı düşünür, kahrolurum.

Hakkını helal et anam…

Helal et hakkını şu garibe…