Okulların kapanmasıyla birlikte biz de yaz tatilini fırsat bilerek İstanbul’dan ayrılanlardanız. Geçen yıl çeşitli sebeplerle İstanbul’dan ayrılma fırsatı bulamamıştık. İstanbul’un bizi bir hayli yorduğunu fark ettik. Bu yıl bulduğumuz ilk fırsatta İstanbul’dan ayrılıp baba ocağının yolunu tuttuk. Bayramdan önceki cumartesi gece sahurdan önce İstanbul’dan Adana’ya doğru yola çıktık. Çıktık ama ne çıkış!.. Bolu’ya 13 saatte, Adana’ya 23 saatte ulaşabildik. İftara ulaşmayı düşündüğümüz yere ancak sahurda ulaşabildik. Ancak ulaşmak zor olsa da ulaştıktan sonra her şey güzeldi.
Buralarda İstanbul gibi büyük şehirlerin monotonlaşmış, resmîleşmiş, soğuklaşmış insan ilişkileri yerine hâlâ canlı, samimi ilişkiler devam ediyor. Hâlâ yolda karşılaştığınız insanlar size selam veriyor. Bir hastanız varsa konu komşu, akraba, tanıdık mutlaka ziyaret ediyor. Öncelik burada iş, menfaat değil; öncelik hâlâ insanda… Bir hastayı ziyaret etmek için insanlar işini gücünü bırakıp hasta ziyaretine, yardıma muhtaç kişinin yardımına koşuyor. İnsan, akraba, eş dost için iş terk ediliyor; iş için insan, akraba, eş dost terk edilmiyor buralarda… Bu manzarayı görünce insan, hayata daha bir umutla bakıyor. Gelecekten umut kesenlere tavsiyem; umudunuzu tazelemek için Anadolu’nun en ücra -teknolojinin, kapitalizmin pek uğramadığı- kasabalarına, köylerine, yaylalarına düşürün yolunuzu… Oralarda üç beş gün geçirin… İnsanlarla sohbet edin, aralarına katılın, hayata bakışlarını gözlemleyin, nelerle, ne kadar küçük şeylerle mutlu olduklarına dikkat edin… Anadolu’da insanların ne kadar kolay mutlu olduklarını, mutlu olmak için adeta vesile aradıklarını göreceksiniz. Hayattan, insanlardan beklentileri o kadar az ki az olan beklentilerinin de az bir kısmı karşılandığında mutlu oluyorlar. Burada şunu bir kez daha görüyoruz ki biz insanları mutsuz eden beklentilerimiz!.. Hep daha iyi durumda olanlara bakıp hep daha fazlasını bekliyoruz, beklenti arttıkça karşılanma oranı düşüyor, karşılanma oranı düştükçe de mutluluk bizden fersah fersah uzaklaşıyor.
Hâl böyleyken bizim için İstanbul gibi büyük şehirlerde lüks olan şeyler ise burada o kadar sıradan, olağan bir şey ki… Meyveyi dalından koparıp yiyorsunuz; domatesi, salatalığı, biberi bahçeye inip kendiniz topluyorsunuz. Hatta tuzunuzu yanınıza alıp salatalığı, domatesi koparıp bahçeden akan suda yıkayıp yiyorsunuz. Sütü gözünüzün önünde keçiden, koyundan, inekten sağıp hemen süzerek pişirip anında sofraya koyuyorlar. Yoğurdunu kendi yapmayan ev yok ya yoksa da sorun etmenize gerek yok, konu komşu ve akrabalarınızdan biri mutlaka sizi düşünüp yoğurdunuzu, sütünüzü size getirecektir. Buradaki insanların cömertliğini görünce cömertliğin zenginlikle pek alakalı olmadığını da anlıyorsunuz. Buradaki insanların size ikram edeceği hep bir şeyleri var, cepte yok belki ama gönülde çok… “Azı çok etmek” burada sadece bir deyim değil, hayat felsefesi… Burası neresi mi? Adana’nın Feke ilçesine bağlı Gaffaruşağı köyü!.. Ben buradayken gelirseniz ikramlarınız hazır…
Siz siz olun Anadolu’yla irtibatınızı koparmayın, bulduğunuz her fırsatta yolunuzu Anadolu’da bir köye, kasabaya, yaylaya düşürün. Çünkü Anadolu, hayat dolu…