Açlığın ve susuzluğun şifasına râm olduğumuz demdeyiz.
İpincecik bir hilal ile başladığımız, kalbi, nefsi ve iradi yolculuğumuzu yarıladığımız şu demlerde ruhumuz, orucun hikmetine muti, ecrine müştak…
Ülkemizde yaklaşık 16 saat yemeden, içmeden sabrederek iftarı beklediğimiz oruç, minarelerden gök kubbeye yükselen akşam ezanıyla son bulur bulmaz, nimetlere erişmenin, lezzetle buluşmanın sevincini kuşanıyoruz.
Kimimiz oruç tutuyor, kimimiz açlığa tutuluyoruz.
Hiç doymayacak kadar aç, hiç dinmeyecek kadar susuz kaldığımız zannı en fazla yirmi dakikalık bir sürede yitip gidiyor.
Öte yandan, abluka altına alınmış coğrafyalarında zeytin karası gözlerinde ürkek yıldızlar uçuşan Gazzeli çocuklar yıllardır, sevince, huzura, aileye, anneye, babaya, kardeşe, hürriyete, ekmeğe, suya oruç!
Sadece bir ay Ramazan orucuna benzemeyen, iftarı meçhul, sahursuz bir açlığın girdabında kıvranıyor Filistin!
Afrika Kıtası yağmura oruç. “Kara Kıta” adıyla” kara bir kader biçilen Afrika’da milyonlarca ölüm sebebinin adı açlık!
Onlar, yas tutarken sömürülen vatanlarında özgürlüğe oruç.
Arakan’da anneler derme çatma kulübelerde, yavrularını Budist zulmünden korumak için güvene oruç.
Myanmar’da Müslümanlar yurda, yuvaya oruç…
Yemen’de yavrular iskeletlerini sarmalayacak bir dirhem ete oruç…
Hasılı dünyamız, pencerelerimizden baktığımızdan ibaret değil.
Bizler ömrümüzün şu deminde, Rabbimizin ikramı iklimimiz, verimli topraklarımız, savaşlardan uzak asude ahvalimiz ve dahi müreffeh şartlarımızla çileli coğrafyaların iniltilerini işitmemek için türlü iştigallerle meşgul ediyoruz kendimizi.
Sofralarımızda bir yutkunma miktarı acı, rüyalarımızda dört elif miktarı sancıyla geçiştiriyoruz mü’min olma sorumluluğumuzu.
Aşımız azapla, uykularımız kâbusla yoğruluyor desekde, israfı adaptan(!) sayıyoruz.
Doyumsuz(!) uykusuz ve yorgun düşüyoruz düşlerimizden…
Ellerimizde çaresiz dualarımızın “amin” izlerini yüzümüze sürüyoruz da, insanlığın yüzkarası katliamların siyah lekesi bulaşıyor alınlarımıza…
Buğuzdan gayrısı gelsin elimizden. Nasıl mı?
Mesela, israftan çekinerek, abartılı masraflardan imtina edip infaka çevirebiliriz.
Gayrimilli hasılayı devlet bütçesinden öğrenmekle kalmayıp o hasılaya katkı sağlayacak müsrifliğin önünü kesip zengin ve güçlü bir ülke olma yolunda fert fert katma değer üretebiliriz.
İslam coğrafyalarının yegâne sesi olan varlığımızı yani ki Türkiye’mizi güçlendirerek, sömürülen ülkelerin azat olmasında, dünya gelir dağılımının dengelenmesinde, aç yavruların gözlerindeki hüznün yerine sevinçlerin yerleşmesinde rol alabiliriz.
Mesela, imanın en zayıf derecesi buğz etme melekemize seviye atlatarak imanlı kalplerimize mücadeleyi, yeni nesillere müdafaayı öğreterek bu kendimize müsamahakâr ahvalimizden vazgeçebiliriz.
Şikâyetten, yoklarımızdan söz etmekten çok varlığımıza, varlarımıza, şükretmeyi meleke haline getirebiliriz. Ki, şükür nimetlerin artmasına vesiledir.