Gençliğimin ilk yarısı yetmişlerin son yarısında, son yarısı seksenlerin ilk yarısında geçti. Tuhaf zamanlardı. ‘Yeni Devir’in yeni olduğu vakitlerdi. Tercüman’da Ahmet Kabaklı okunurdu. Günaydın gazetesi facia haberlerini ilk sayfadan verirdi. İsmet Özel apaçık solcuydu. Sezai Karakoç nesir de yazıyordu. Necip Fazıl hayattaydı. Cemil Meriç Bu Ülke’yi yeni tamamlamıştı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ‘anarşik’ sayılırdı. İbo “ayağında kundura…” diye yeni yeni bağırıyordu. Ferdi’nin filmleri gişe rekoru kırıyordu. Orhan Baba TRT’ye çıkamazdı. Arabesk yasaktı. Fethullah Gülen’in ismi askeri cuntanın arananlar listesindeydi.

Demirel ara sıra Başbakan olurdu. Ecevit’in gömleği maviydi. Mecliste senatörler dediğimiz yaşlı adamlar otururdu. Televizyon gece 12.00’de Anıtkabir’de askeri törenle kapanır, sabah 06.00’da açılırdı. Elektriklerin kesilmesi normal sayılırdı. Şehirlerarası telefonlar bağlatılır ve “ya çıkarsa” diye saatlerce beklenirdi. “Bir maniniz yoksa…” diye başlardı kız istemeler. İETT otobüslerinde biletçiler bilet keserdi. İstanbul’a Bolu Dağı yolundan geçilerek gelinirdi. Plaklar sık sık çizilirdi. Şehirlerarası otobüslerde Ümit Besen kasetleri çalardı. Yazlık sinemalarda “alaskafrigo dondurma…” diye bağıranlar gezerdi. Mektuplar kalemle yazılır ve günlerce yolu beklenirdi. Hulusi Kentmen’i severdik. Erol Taş’tan korkardık.

Cemaatler vardı. Milli Görüşçüler tekbir diye meydanlarda bağırırlardı. Nurcular “nur ayini” suçlamasıyla sık sık tutuklanırlardı. Süleymancılar devasa Kur’ân Kursu binaları yaparlardı. Sarhoşlar, kumarbazlar Menzil’e tövbe almaya giderdi. Herkes cemaatinin gazetesini ceketinin cebine katlayarak camiye gelirdi. Birbiriyle geçinemedikleri olurdu. Eften püften meseleler yüzünden kavgalar çıkardı.

Ama her cemaat mensubu gönüllüydü. Yüreklilerdi. Ne olursa olsun, iyilik peşinde koşarlardı. İyilik yapmak için devlete yaslanmazlardı. Sivil adamlardı. Çoğunlukla iktidara rağmen yürürlerdi. İktidar olmak diye niyetleri yoktu. Hükümeti teslim almak hayal bile edilmezdi. İhale hesapları yapılmazdı.

Kimsenin her cemaati kendisi gibi yapmak diye bir maksadı yoktu. Beğenileri tekelleştirmek kimsenin aklından geçmezdi. Düşünceleri tek-tipleştirmek ayıp sayılırdı. Kadınların başını bağlama tarzlarına varıncaya kadar hükmetmek söz konusu bile olamazdı. Düşe kalka yürünürdü. “Devlet” olmak, “hükümet”e kafa tutmak, kendi cemaatinden olmayanlara göz açtırmamak, gazetesi ve dergisini sistemik abone baskı aracı yapmak… Hâşâ, yakışıksız şeylerdi. Ayrılık-gayrılık da olsa, düşünceleri parsellemek, sevmeleri paketlemek, evlilikleri kataloglamak olmayacak şeylerdi. İnsanların nerede, kimlerle kurban keseceği, postunu hangi yardım kuruluşuna bağışlayacağı sıkı sıkıya kurgulanmazdı.

Buna rağmen şikâyet ederdik. Düşünceleri ipotek altına alınmamış insanlar olsun isterdik. Beğenileri sipariş olmayan insanlar olacak derdik. Sevmeleri tembihli olmamalı müminlerin diye sızlanırdık. Düşmanlıkları otomatik ayarlanmamalı insanın diye ümitlenirdik. Sivil olmalıydı ümmet; tek-tip değil. Özgün olmalıydı mümin; bir yerden komut alan değil. Tesettürünü bile şeyhine, hocasına, ablasına, abisine, mürşidine göre belirleyen olmamalıydı mümin. Okuyacağı kitapları da sorarak okuyandan adam olamazdı ki… Görüşeceği kimseleri bile başkasının atadığı insanların secdesi sahih olmazdı ki…

Cemaate katılmak, sivil olmak demekti; örgütlenmek olamazdı. Cemaatte olmak, özgür ve özgün olmak içindi; kişiliğini şablonlara teslim etmek için değildi. Temizdi cemaat ehli; olağan şüpheli değil. Kendi halinde yaşardı cemaat mensubu, bir projenin kurşun askeri olarak değil…

Tuhaf zamanlardı. Cemaat olmak, sivil olmaktı. “Cemaat” kelimesi yüreklere korku salmazdı. Cemaat, herkesin markasıydı. Bu ülkede adam yetiştiyse, cemaatler sayesinde yetişti. Cemaat olmak, “adam sen de…” demelere, “bana ne…”lere direnişin adıydı. Cemaat, ümitti ve hep ümit kalmalı… Cemaat olma ümidi, kendini cemaat diye markalayan örgüt yüzünden harcanmamalı…