“Yazığım geliyordu…” diyor. Çiçeklerin soluşuna esefleniyor. Ruhunu faniliğin rüzgârı karşısında çıplak bırakıyor; kalbine vuruyor soğuğun en gizlisi; kaçmıyor. Zırh aramıyor.  Var olmanın dayanılmaz ağırlığını alıyor omuzlarına.

Kırılganlığımızı itiraf ediyor. Zeminin kayganlığını gösteriyor. Ezberlere sığınmıyor.  Görüyor ki, eksiklik duygusu var herkeste. Çekinmiyor içindeki “âh”ların, “of”ları itiraf etmekten. Sonsuzluğu isteyen bir kalple, fani bir ömür yaşamanın çelişkisini sonuna kadar işliyor; kalbe d/okunan hecelerle dönüyor.

Dördüncü Şua’nın yaklaşık otuz yıldır yüreğimde taşıdığım çığlığıdır: “Yazığım geliyordu…” ifadesi. Galiba, o gece Said Nursî’nin iç acılarına sırdaş olduğum geceydi: “İçindeki sancıyla yüzleşmezsen, tanış olmayacaksın gerçekle… Tamamlanmış sayarsan kendini, açık olmayacak kabuğun vahyin serin yağmuruna…”

Said Nursî’yi, Kur’ân’a müfessir bir profesyonel olarak değil, Kur’ân’dan müteessir bir amatör olarak görüyorum. Her gülün soluşunda, her mazlumun ölüşünde, her yetimin vedasında, “sılanın yolu”nu gösteriyor kanaya kanaya:

“Kalma burada… Kanadığını gör ki kanma! Korkma, bu böyle yarım kalmayacak. Gidenlerin yerine Vekil O; hiç terk etmeyecek. Terk edenlerin yerine Vekil O; hep sende kalacak. Solup gidenlerin yerine Vekil O; sana yetti, yetecek. Yitirdiklerinin yerine Vekil O; aradığın herkesi yanında tutacak.”

O mutlak Vekil’in varlığını ezberimize değil kalbimize söyletiyor Said Nursi. Bir aşk olarak bulabileceğimizi telkin ediyor: “Yeter ki içindeki o sesten utanma, yeter ki güllerin soluşuna olan esefini uyutma, yeter ki cennete özlem nidasını susturma.”

Anlıyorum ki gürültüler çok; okuyucusu ve yazıcısı bile duyamıyor o kalbin sesini. Uğultular bastırıyor esefleri… Susarsa insan, su gibi içecek o sesi: “Hasbunall….aaaah!“