Yazarımızın kitabının muhteviyatına hakim ama dile yani Türkçe hassasiyetine sahip mi?

Kitapçınızdan taze, taptaze, mürekkep kokusu henüz üzerinde tütmekte olan herhangi bir kitabı aceleyle alarak, heyecanla okumaya başlamadan önce sizlere önsözler ve özgeçmişlerin dili hakkında bir şeyler söylemeliyim.

En başında bilinmelidir ki, kitaba giriş mahiyetindeki önsözler, özgeçmişlerden farklı olarak sadece kitap hakkında değil, yazarı hakkında da siz okuyuculara ziyadesiyle bilgi verirler.

Çünkü özgeçmişler birer reklam ve pazarlama kokan süslü kelimelerden oluşan cümlelerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan birer yapay, birer palyatif, birer kurgu, birer cilalı, birer cafcaflı, birer şatafatlı, birer ağdalı, birer Wikipedik (biri bana dur desin) metinlerden oluşmaktadır.

Dolayısıyla, edebi olarak hiçbir kıymetleri olmadığı gibi, ilmî, fikrî ve teknik olarak da hiç işe yaramazlar.

Çünkü özgeçmişler CV; Curriculum Vitae olarak, yeni pazar arayışlarının zavallı birer dilekçeleridir. Okudukça kitabın yazarı için gözyaşlarını tutamaz, hemen ve anında bir yardım ve destek kampanyası başlatmak için sabırsızlanırsınız.

Fakat durun!

Dediğim gibi, doğum yeri ve yılı, okuduğu okullar dışında özgeçmişte yer alan bütün bilgiler yalan, yanlış, eksik ve fazladır.

Yazarın verdiği ham bilgiler reklam ajansı veya metin yazarları tarafından bir araya getirilip yazara sunum için hazırlanırlar.

Yazarımız yazılanlara dudak bükerek bakar ve ‘hım, hımm’ terapisinden sonra tam “Şu imam hatip kısmını kaldıralım. İmam hatip mi kaldı Allah aşkına” diyecekken birisi kulağına eğilerek, “Efendim yükselen değer oldu. Siz farkında değilsiniz ama bütün illerde yüzde 40 oranında imam hatip hedefi…” şeklinde bir cümle kurar. Sessiz ve çaresiz mırıldanır: “Kalsın o zaman”

Önsözler ise özgeçmişlerin aksine okurunu yazar ve kitabı hakkında daha fazla fikir sahibi yaparlar.

Önsözler yazarın kitabın muhteviyatına hâkimiyeti hakkında doğrudan ve ilk elden bilgi veren malumatnamedirler.

Bakalım yazarımız bilgi sahibi ama fikir sahibi mi?

Bakalım yazarımızın kitabının muhteviyatına hakim ama dile yani Türkçe hassasiyetine sahip mi?

Ve bakalım yazarımız okurunun önüne yabancı kelimeler yığarak mevzusunu boğuntuya getirmeden akıcı ve duru bir dil kullanabilecek mi?

Ve bakalım yazarımız yabancı kelime sevdasının yanında bir de uydurukça müptelası mıdır?

Kitabı okunmaz ve yazarını çekilmez yapan yegâne şey dil savrukluğudur.

Başlarda birkaç sefer imkân kullandıktan sonra, “Çok kullandım bunu” diyerek sonlara doğru ani bir manevrayla ‘olanak’lı cümleler yer alıyorsa o kitaptan ne size ne de vatana ve millete bir fayda gelir.

Güzelim ‘hayat’ varken yerine ‘yaşamı’ tercih ediliyorsa o kitabı kaldırıp atın. Yazarını yolda görseniz dahi tanımayın.

Uydurukçanın başı sonu belli değil. Hiçbir kural tanımıyor.

O kadar zavallı ve o kadar çaresiz bir dil ki, ne dediği ne demeye çalıştığı beli olmuyor.

Ahlaka bile sel, sal takısı getirip ahlaksal gibi ucube bir kelime oluşturulabiliyor.

İdrak yerine algı, hile yerine aldatı, üslup yerine anlatı, hatırlama yerine anımsama, kültür yerine ekin ilh…

Samimiyet yok, düpedüz art niyet…

Hedef kesin ve net; yaşayan dilimizi yaşayamaz ve milli ve örfi değerlerimize bigâne kılmak…