En önde durur. Yüzünü göremezsin, görmen gerekmez de. Avuçlarını kararlılıkla kıbleye çevirirken, “Allahu ekber” deyişini duyarsın. Demekle kalanlardan değil o; sen bilemezsin. Dediğince olmaya azmettiğini fark edemezsin hemen. Hücrelerini birbirine ulaya ulaya “Allahu ekber” sesine kattığını göremezsin: “Daha, daha büyüktür Allah’ın tesellisi, zalimlerin ateşli öfkelerinden. Daha büyüktür Allah’ın adalet vaadi, mütekebbirlerin korkunç bombalarından, kirli hesaplarından. Daha geniştir Allah’ın rahmeti baba yüreğine vuran acıdan, ana ciğerini yakan kederden…” Anlamına teslim olur ‘Allahu ekber’in ve bağlar elini. Sol elini alırken sağ avucunun içine, varlığını teslim eder Ekber olana. Teslim alır kendi gövdesini Ekber olan Allah adına. Sağ avucunun içini musalla yapar gövdesine. Ölmeden önce ölür; göremezsin.

Sabah namazı vaktidir belki; sesli olur kıraati. Az olur ya cemaat; ilk ve biricik saf senindir, hemen arkasında kıyama durursun. Fecrin taze nefesleriyle buğulanan Fatiha ayetleri çağıldar dudaklarından. “Elhamdülillah”ın billur kâsesinde eritir kederlerini; duyamazsın. “İyyâke n’abudu…” hitabının beşiğinde uyutur korkularını; göremezsin. Ne kadar yitiği varsa, “Senden, yalnız Senden yardım isteriz…” vaadinin avuçlarında bulur hepsini; bilemezsin.

Fatiha’nın ardına “Allah yolunda katledilenlere ölü demeyiniz!” diyen ayeti ekleyecek şimdi. “Diridir onlar; siz bilmezsiniz!” derken dokunur Ahmet Alp’inin yüzüne; anlayamazsın. “Öyle diridir ki o, siz o diriliği bilemezsiniz!” müjdesinin dizine yaslayıp başını, oğlunu son kucakladığı an’ın sıcağını çağırır, hasret duyduğu sesini bulur ayetin ılık sedasında. Bedelini ödediği, uğrunda ter döktüğü, müjdesi hatırına sustuğu o ayeti okuyor değil de dokuyordur nefesleriyle; bilemezsin. İlk defa nazil olmuşluğun sıcaklığında, ilk kez duyulmuşluğun heyecanında, sebeb-i nüzulü tazelenmiş bir ayetin taze inişiyle duyuyordur şehitlik ayetini; sen duyamazsın.

Sen de rükûa eğiliyorsun onun eğilişiyle. Sen rükûlardan bir rükûdasın, ama o dünya yükünü omuzlarından atıyor, döküyor bildiği tüm ağırlıkları. Rükûun kavsinde ağırlıyor yakarışlarını; duyamıyorsun. Ahmet Alp’inin çocukluğunun neşesiyle sarıldığı boynunu Rahman’ın kucağına berkiten bir eğiliş onunki. Seninki öyle değil. “İyi ama niye benim evladım!” deyip duran vehmin sessiz isyanlarını usulca örtüyor gövdesiyle, göremiyorsun. Kirpik uçlarına taşan kederli bir hoşnutlukla teslim ediyor evladının sıcacık tebessümlerini toprağa. “Azîm’sin Rabbim, tesbih ederim Seni zulmetmekten, merhametsizlikten, abes iş yapmaktan…” sözünün göğüne uçuruyor nefsinin itirazlarını…

Sonra baş koyuyor secdeye. Sen de onun ardı sıra başını vuruyorsun zemine. Ama o başını koymuyor sadece. Yüzünü indirmekle kalmıyor zemine, toprağa, sıfır noktasına. Ruhunu yapıştırıyor yere; teslimiyetini yazıyor secdenin sayfasına. Nemleniyor secde yeri; sen bilmiyorsun. Mihrabın sahibi Muhammed Mustafa’nın[asm] oğlu İbrahim’i toprağa verirken döktüğü gözyaşlarına katıyor gözyaşlarını. “Göz yaş döker, kalp mahzun olur velâkin…” yazıyor sabır edalı alın çizgileriyle. Sen başını çekiyorken secdeden, o en sevdiğini, can parçasını, bi’tanesini, evladını Sahibine iade etmenin ateşli sınavının kâğıdını teslim ediyor Rabbine; sen bilemezsin. “Vakit geldi!” diyen ecelin hükmüne boyun eğiyor; göremezsin. Bir daha varıyor secdeye. Yeniden “Allahu ekber!” derken, “Allah’ın rızasını uymayan bir şey söylemeyiz!” yeminin yanına koyuyor derin hıçkırıklarını…

Senin adın İbrahim değil belki. İbrahim onun adı. İbrahim Taşdemir. İbrahim’in[as] kaderini paylaşmaya yazılmış ismiyle konuşuyor, susuyor, nasihat ediyor bugünlerde. Nemrut tıynetlilerin karşısında sahih bir duruş İbrahim Taşdemir’in kıyamı. Firavun’un kanlı mirasını paylaşanların, büyüleyici iktidarlarına karşı bir âsâ-yı Mûsâ vuruşu İbrahim Taşdemir’in “Subhaneke Allahumme…” fısıltısı… Yirmi altı yıl önce kulağına “Ahmed” ismini mühürlediği o günden beri, risalet-i Ahmediye’nin[asm] yoluna adadığı oğluyla sınanma sınavında. Sözünü özü eyleme derdinde; sen göremezsin.

Yıkılacağını sandıkları o gün, can tanesinin, evladının cenaze namazını kıldırdığı gün, dimdik ayaktaydı İbrahim Taşdemir. “Dik durun, ezanı susturmadı, bayrağı indirmedi. Başınız dik olsun. Ağlamayın, düşmanları sevindirmeyin!” sözü, öyle böyle bir söz değil. Canla yazılı her hecesi.

Diyorum ki, şimdi bu İbrahimî duruşu sevindirmek bizim elimizde. İzmirliler ey, Manisalılar siz, Aydınlılar size diyorum, neyi bekliyorsunuz hâlâ, niye duruyorsunuz durduğunuz yerde? İzmir Selçuk İsabey Camii İmamı İbrahim Hoca’nın arkasında kılın en azından birkaç vakit namazı. Durmayın. Durmayalım, hilali yükseltelim, ezana yeni çağıltılar katalım, İslam bayrağının hakkını verelim…

Aslan parçası Ahmet Alp’ini hiç itirazsız toprağa indirerek, başını indirdiği secdenin hakkını veren İbrahim torunu İbrahim’in secdesine baş koymaya değmez mi?