Biliyorum Rabbim, biliyorum… Bana verdiklerin istediklerimden çok daha fazlası. Başıma ne gelmişse, gelebileceklerin en güzeli.
Henüz düşmenin sadece fiziksel bir şey olduğunu sandığım, henüz hayata karşı gardımı almadığım zamanlarda, beyaz elbisem ve o çok sevdiğim kırmızı ayakkabılarımla, inerken merdivenleri birer birer, ayağım takılıp düştüğümde, biran yüzümü kaldırıp, güneşi gördüğümde, düştüğüm yerden beni Sen kaldırmıştın. Anladım…
Maviyi çok seviyordum. Yeşili de… Yeşille mavinin birleştiği o beldeyi de. Karadeniz’i. Dağları kıyaya paralel uzanan şehirleri. Güneşini, yağmurunu, sisini, çisesini.
Sabah uyandığımda içime çektiğim toprağın nefesini… Ne yapsam da bu rayihayı gittiğim uzak şehirlere taşısam? Benim tek derdim buydu, bir kokunun bir kavanozda saklanabileceğine inandığım, bir düşün benimle yürüdüğü zamanlarda.
Daha o yaşlarda, beni hayrete düşüren eşsiz tablonun maliki Sen’din. Biliyorum…
Elimde sepetim, başımda hasır şapkamla gezinirken dağlarında. Tadına doyamadığım dağ çilekleri, böğürtlenler, likarbalar… Yorulduğumda, sırtımı dağına yasladığımda, gülümserdi göğün bana. Rüzgarın değince tenime, anlardım yaşamak nasıl bir şeydir. Ve hayret ederdim bu zamana kadar nasıl böyle yaşayabildiğime!
İnerdim dağından. Dağın bana yol olurdu. Çekirgeler zıplardı, türlü türlü böcekler. Dağın eteğinde selam verirdi sesiyle deren. İçime su serperdin Sen, anlardım…
Önüme serilmiş yer ve gök sofrasında payıma düşenleri ben de toplardım. Sepetimde elmalar, mandalinalar, karayemişler…
Boyarken bin bir renkte nimetlerini, kırmızıya, turuncuya; inanırdım şiire, en çok da Sana.
Şiirler söylerdim yıkılmış köprülerin başında… Sözün sihrine inanırdım; gücüne, kuvvetine…
Nehirler çağlardı, çam ağaçlarının gölgesinde konuşurken tanışık ruhlar. Kelebekler uçuşurdu dudaklarından, ateş böcekleri.
Ömrünün akşamında bir kelebek fısıldarken: gidiyorum herkes, her şey gibi. Sayısız hallerin içinden geçerdim, içimden mevsimler geçerdi. Yazı kışa emanet ederdim sözü, saza…
Bir türkü tuttururduk gurup vakti gezerken serin yaylanda. Akşamın başkaydı senin, gündüzün bambaşka. Mora çalan mavilerin vardı, kızıla boyanmış ufukların ve gri bulutların…
Buluta bâr olunca taşıdığı yük, yağmur olup yağardı. Toprak tesamuh gösterirdi, içine atardı.
İnsan, dokunurdu varlığının özüne, cana can katardı. Gümrah yeşillikler çıkardı, veciz neşideler… Ve yıllara meydan okumuş muhkem bir taş köprünün üstünde, başımda hasır şapkam, ayağımda kırmızı ayakkabılarım, en az, en duru halimle, gelecekteki ahvalime seslenirdim:
Sisi kalksa, perdesi düşse, peçesi açılsa eşya ve hadiselerin. Ve sen; maddeden manaya, kabuktan içe, her şeyin özüne varabilsen!
Kelebeğin sesine kulak verebilsen ve unutmazsan herkes, her şey gibi senin de geçip gittiğini…