Ebru Okanlar / Röportaj
Anadolu’nun mazisinde saklı okçuluk geleneğini macera dolu olay örgüsüyle tarihte yolculuğa çıkran keyifli bir hikâyeye dönüştüren Yasemin Doğan ile “Tozkoparan” adlı kitabını konuştuk. Doğan, bize içinde İstanbul’un fethi ve İnebahtı Deniz Seferi’nin de geçtiği bu sıra dışı hikâyenin satır aralarında bilinmeyenleri anlattı.
Klasik bir soruyla başlıyoruz, yazmaya nasıl başladınız?
Öncelikle söyleşiniz için çok teşekkür ederim. Sorunuza gelecek olursak Elazığ doğumluyum, küçük yaşta İstanbul’a geldim. Rehberim, benim ilk öğretmenim babam elinde kitaplarla geldi bir gün.
Sayısını tam hatırlamıyorum ama peygamberlerin hayatını anlatan kitaplardı. 20-25 taneydi. Öyle başladı okuma sevgim.
Sevgi değil aslında ‘derin bir tutku’ydu bendeki. Hâlâ öyledir. Hayalinde öğretmen olmak vardı, ilkokul 5’te buna karar verdim. Cesaret mi edemedim, kendime mi inanmıyordum ya da korku mu duyuyordum başaramayacağımı düşünerek bilmiyorum. Ama kimseye göstermediğim, kendime sakladığım yazılar yazdım uzun süre.
Farklı insanlarla tanışmak, farklı kapılar açtı bana üniversite mezuniyetimden sonra. 5 yıl boyunca bir dergide tiyatro alanında yazılar yazdım. 2 sene önce bir yönetmenle gittiğim dramaturji toplantısında, üzerine konuştuğumuz oyun ile ilgili roman yazacağımı öğrendim. O gün, dönümdür benim için, ilk adımdır, kendime inandığım gündür açıklamaların da bulundu.
Neden tozkoparan?
Tozkoparan’ı okuyanlar göreceklerdir ki bu kitapta; dini ve manevi değerler, savaş, aşk, bir hayalin peşinden azimle ve bıkmadan gitmek, bir hayale kavuşmak ve sabır, tevekkül, saygı gibi ahlakî vurgular var. Hepimizde bir şeylerin hayali vardır, karakter olarak bazı özellikler sergiliyoruz. Tozkoparan’ı araştırdığım zaman gördüğüm ve onunla ilgili ilk öğrendiğim şey; çok azimli ve kararlı bir genç oluşu ve çok çalışmasıydı. Tek bir hayal belirlemişti kendine. İyi bir okçu olmak değil, “en iyi okçu olmak” İskender’de kendimi gördüm o an. Çünkü hep azimli ve kararlı bir insan olmuşumdur hayatım boyunca. Kimileri buna “tuttuğunu koparan” diyor. Ancak ben “ İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm Suresi/39) ayetini düstur ediniyorum daha çok. O nedenle İskender’i anlamak ve onun hissettiklerini anlatabilmek daha cezbedici geldi. Çünkü insan, en iyi, tecrübe ettiğini anlatır.
KUL İSKENDER VE HIZIR
İncelediğim kadarıyla kitapta İskender’in yay yaptığı bir bölüm var. “Kul İskender ve Hızır” başlığı dikkatimi çekti. Burada neyi vermeye çalıştınız?
Evet, dedesi ondan mümkün olmayan bir şey istiyor. Çünkü onun okçu olma yolundaki sınavını henüz bitirmediğini düşünüyor. Aslında zorladıkça zorluyor diyelim. Sabrını sınıyor, gerçekten bunu isteyip istemediğini anlamaya çalışıyor ama aslında emin de torunundan.
Ancak İskender’in Okçular Tekkesi’ne gitmesi gerekiyordu ve bu bölüm onun en güzel sebebi olabilirdi. Yay yapımı ile ilgili araştırma yapanlar göreceklerdir ki üç yayı üç gün içinde yapıp duvara asmak mümkün değildir. “Şimdi ben bu imkânsızlığı nasıl anlatabilirim?” Sorunum vardı bu sefer de. Günlerce sürdü bu sorun, ben bu yay yapımını nasıl anlatmalıyım ki, okuyucunun da zihninde ve gönlünde doğru bir zemine oturabilsin.
Tozkoparan’dan bir pasaj
“Bu yollar böyle ayak izi görmemiştir, bu Şehr-i İstanbul böyle bir meçhul yolcuyu taşımamıştır toprak yollarında. Hava da ağırmış ha… Gurub etmekte güneş, yedi tepe altın tozu serpinmiş gelin gibi salınır. Kim salmış bu sisten perdeyi bin yılın aşiftesi boğazın üzerine, kaldır peçen yüzün görünsün Şehr-i İstanbul. Açılsın müjgan, yiğit görsün gözün gidinin kocamış şehri…”
Bir sabah annemle kahvaltı yapıyordum. Beni hayli suskun ve düşünceli görünce ‘neyin var’ diye sordu. Bambaşka şeyler anlattım, konu konuyu açtı ve bana dedi ki; “Bir keresinde Eyüp Sultan Camii’nde namaz kılmaya gittiğimizde biriyle karşılaştık. Bir şeyler istedi bizden. Biz fazlasını verdik ancak verdiklerimizi fazla bulup belli sayıda şeyler istedi.” Annem bunu dediği an ‘belli sayı’ diye tekrarladım. Çünkü dedesi üç yay yapmasını istemişti İskender’den. Annemin anlattığı o olay, Kul İskender ve Hızır bölümünü getirdi beraberinde. Sonrasında şunu düşündüm. Ben bir kulum ve bu bölümde gerçekten sıkışmıştım, bir yol, bir fikir, bir çıkış ararken annem bana yaşadığı olayı anlattı ve dedim ki. Anladım buradaki hikmeti ve bölümü yazmaya başladım.
Peki İskender hep iyi bir okçu olmak için çalıştı mı, menziller mi aştı, tekkede mi yaşadı, başka bir şey olmadı mı hayatında?
Sadece tek bir hayalin peşinde miydi hep? Elbette hayır. Büyüyor İskender, çocukluktan çıkıyor ve hayalinin peşinden koşarken zorluklar yaşıyor, bazen sabrı tükenir gibi oluyor ama vazgeçmiyor. Çarşıya gidiyor, insanlarla karşılaşıyor, bambaşka hikâyeler dinliyor kıssadan. Yaşamını okçuluk üzerine inşa ederken hiç ummadığı anda bir kalbinin olduğunu hatırlıyor dedesinin ihtiyaçlarını almak için gittiği Kapalı Çarşı’da. Hatırlatıyor Allah. Bir yüzü güzele, bakışı güzele vuruluyor sonra İskender.
OKÇULAR TEKKESİ VE İSKENDER
Romanda kötü karakter var mı?
Bursa’dan İstanbul’a bir rakip geliyor. Kötü karakter demeyelim de rakip diyelim. Çünkü İskender bizim kahramanımız. Kahramana, ‘kahraman’ diyebilmek için bir rakip gerekiyor, ya da bir düşman. Yenmesi ve alt edebilmesi gerekiyor ki kahraman denilebilsin. İskender, Okçular Tekkesi’nde ‘Tozkoparan’ oluyor ve namı tüm imparatorluğa yayılıyor. Ama öyle birine ulaşıyor ki bu nâm, duramıyor yerinde ezeli rakibi ve kalkıp İstanbul’ a geliyor Bursalı Şücâ. Tabiri caizse kıran kırana bir mücadele başlıyor ta ki Yıldız Menzili’ne kadar… Kitapta Şücâ’yı tanıyoruz, konuşmalarını. İskender’ in aksine hayli kaba ve hırpani biri. “Kimsin ulan İskender? Bre Tozkoparan necisin?” üslubuyla konuşan bir rakip karşısında İskender’ in nasıl bir duruş sergilediğini ve neler yaptığını okuyoruz.