Bir mesel ile başlayalım bu kez söze…

Çölde sıcak bir gün… Bir bedevi saatler süren yolculuk ve güneşin kavurucu sıcağından bunalıp devesini bir gölgeliğe sürdükten sonra dinlenmeye çekilir. Tam sofrasını kızıl kumların üzerine serip heybesinden yiyecek ve içecek bir şeyler çıkardığı sırada gözüne uzaklarda bir karaltı ilişir. Neden sonra o karaltının kendisine yaklaştığını görür. Az bir süre sonra yanına gelenin üstü başı toz toprağa bulanmış ve aç bîlaç çölü yalın ayak geçmeye çalışan zavallı bir adam olduğunu anlar. Gönlü boldur bedevinin “Gel” der ve sofrasına buyur eder çaresiz adamı. “Yaradan ne bahşettiyse birlikte yeriz” diye de gönül hoşluğunu ifade eder. Birlikte karınlarını doyurduktan sonra her ikisi de üzerlerine çöken ağırlıkla bir köşede uyumaya çekilir. Fakat hakikat bu ya bedevinin acıyıp sofrasına buyur ettiği o “zavallı” adam uyumaz. Sadece gözlerini kısarak uyur gibi yapar ve az önce sofrasına oturup ekmeğinden yiyip suyundan içtiği bedeviyi gözler. Onun uyuduğuna kanaat getirince de bedevinin kenarda duran devesinin üzerine atladığı gibi kaçmaya başlar. Uykuyla uyanıklık arası kendine gelen bedevi bir de ne görsün, daha birkaç saat önce acıyıp da önce gönlünü sonra sofrasını açtığı o “zavallı” adam devesinin üstünde dörtnala kendinden uzaklaşmaktadır. Bedevi bir hışımla “Hey! Ne yapıyorsun, dur kaçma!” diye arkasından seslense de nafile… Kendisini çölün ortasında yapayalnız devesini çalıp giden adamın arkasından baka kalırken bulan bedevinin ağzından dökülen cümleler ibretliktir. Bedevi “Seni soframa buyur ettim, ekmeğimden yedin ona yanmam… Suyumdan içtin ona da yanmam. Hatta devemi çaldın beni bineksiz bıraktın ona da yanmam. Ama yüreğimdeki merhameti söküp aldın ya… İşte ben, asıl ona yanarım” der.

Bazen bir meseleyi en güzel şekliyle yaşanmış bir hikâye anlatır. Çölde bir bedevinin başına gelenler insanın insanla olan imtihanını anlatmak için son derece manidar bir örnek. Bugün yaşadığımız süreçler ve toplumsal hayatın evrildiği nokta öyle zannediyorum ki herkesi kara kara düşündürüyor.

Zira bu ülkede çok değil kısa bir süre önce 15 Temmuz gibi kanatan, yaralayan, parçalayan ve olumsuz etkileri öyle kolay kolay silinmeyecek bir ihanet tablosu yaşandı. Üstelik bu ihaneti yapanlar ekmeğinden yiyip suyundan içtikleri ve tankını tüfeğini kuşandıkları bir milletin üzerine kurşun yağdırdı.

En karanlık geceleri gündüze döndüren sonsuz kudret elinin yardımı ve bahşettiği birlik beraberlik ruhuyla bu millet hain kurşunlara göğsünü siper etti ve tonluk tankların önüne dikilme cesaretini gözünü kırpmadan gösterdi. Millet olmanın ve dahi devletine sahip çıkmanın ne demek olduğunu tüm dünyaya şanlı duruşuyla anlattı.

Lakin bugün durup üzerinde düşünülmesi gereken nokta şu ki o günden sonra 15 Temmuz’un hain kurşunlarını savuşturmaktan daha zor bir sınavı veriyoruz millet olarak. Bunun adına acılardan da acı bir ihanetin yüreğimizden söküp almak için ellerini ovuşturduğu “merhamet” sınavı diyebiliriz.

İçinde birlikte yaşadığımız evrenin ufkunda tüten güven bunalımı ruhlarımıza bir kasvet yayıyor biz farkında olmadan. Bu kasvetin en çok ramazan ayında dağılması gerekiyor.

Öyle ki kimsenin kimseye itimadının kalmadığı bir dünya bizi ümmet şuurundan uzaklaştıracağı gibi hain emellerin yep yeni tuzakları karşısında daha da zayıf bir noktaya sürükleyecektir.

Sonuç olarak fert fert hepimizin bulunduğu noktada fitne kurşunlarına göğüs germek için tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi güven ve merhamet duygumuzu koruyacak çelikten bir iradeye ihtiyacımız var. Bu irade toplumdaki kardeşlik, birlik ve beraberlik ruhunu bu topraklarda ilelebet payidar kılmak için olmazsa olmaz bir şart…