Saf nasıl seçilir?

Ya da bir safta yer bulamayınca, insan tercih noktasına geldiğinde köyüne nasıl döner?

Herkes çok haksız bir muameleye maruz kaldığını düşünür. Böyle olunca bir zamanlar kendini adadığı, yan yana durmaktan/ mücadele etmekten şeref duyduğu insanları, grupları satar. Hem de çok kolayca…

Bu durumda ne dil, ne üslup, ne ahlak… Hiçbir şey kalmaz.

Yani her şeyin mübah sayıldığı bir dönem başlar.

Zihnimiz rahat olsun diye bazı mecraları izlemeyiz: Büyük meblağlar karşılığında edindikleri ya da atandıkları köşelerinden irin akıtanları, haber diye yutturulan haber/algı konservelerini, ekranlarda arz-ı endam eden kuantum ötesi ukala dümbelekleri…

Televizyon izleyicisi isek…

Sürekli izlediğimiz halde bize güven vermese de birine takılıp kalırız bazen.

Bir süre sonra öyle bir hale geliriz ki…

Bir, iki, üç saçmalamanın ardından “acaba” diye düşünmeye başlarız.

Acaba yarın sabaha çıkabilecek miyiz?

Yarın sabah başka bir ülkeye mi uyanırız?

Her şey bu kadar kötü olabilir mi?

Çünkü insan böyle kodlanmıştır, akıl denen şey böyle çalışır. Ama bu kadar büyük bir karamsarlık insanı hasta eder.

Eskiden derin bir psikolojik harbin içinde idik. Bugün daha yüzeyde, göstere göstere devam ediyor.

Ve hiç kimse “neler oluyor” yahut “o halde nereye gidiyorsunuz” (Tekvin, 26) sorusunu sorma ihtiyacı hissetmiyor.

Oysa, neredeyse 50 yıldır iğdiş edilmiş bir toplum olarak bu soruları yüksek sesle sorma ve koro halinde cevap vermek zorundayız.

Eğer bunu yapabilme cesaretini ve kararlılığını gösteremez isek…

FETÖ’cü öncü ve artçıların…

Afrin operasyonunu, Kerkük meselesini, Doğu Türkistan davasını, Filistin sorununu, Katar saçmalığını nasıl pis bir algı çarkının yakıtı olarak kurgulayıp kullandığını da göremeyiz.

Elimize birer döviz alıp sokaklara dökülsek ve “ey ahali, bütün kitle manipülasyonlarına hayır” kampanyası başlatsak…

Bize hangi gözle bakarlar bir düşünün.

Başa dönelim: Bugün -bile-, öğrencilik yıllarımızda gittiğimiz mekânlarda beslendiğimiz kitaplar, eşhas ve mevzulardan dağarcığımızda kalanlarla konuşuyoruz.

Şimdi bir gence mesela Aldo Moro cinayetini, Kızıl Tugaylar’ı sorsak bilmez. Ama El Kaide’yi, Taliban’ı bilir. Oysa El Kaide bugünün Kızıl Tugaylarıdır. İkisi de derin yapıların kurguladığı örgütlerdir. Eskiler iyi, bugünküler kötü diye bir algı oluşturamayız. Hepsi kötüdür. Hepsi derin yapıların sözcüsü, tetikçisi veya organizmalarıdır. Bu yapıları resmi sistem empoze etmiştir.

Yıllarca okuduğumuz kitaplara bakalım; hepsi anti-komünistti. Bugün bile Rus kelimesi, ‘kötülük’ anlamında kullanılır. Birine hakaret etmek isterseniz ‘Rus’ deriz; Rus’un teki deriz. Bu, küfür yerine de geçer.

Anti-komünizme en etkili tepkiyi Batı dünyası verdi. Ama bu arada bizi de kullandı: FETÖ, Cemalettin Kaplan, ‘ılımlı İslam’ vs…

Fakat bu savrulma sırasında ‘kullanılmaya elverişli’ birtakım cemaatler, gruplar ya da ‘adam’lar toplumu içeriden çürüttü.

İşte son yıllarda olup bitenler bu çürümüşlüğün, pisliğin su yüzüne çık(arıl)masının neticesidir. Ve kendiliğinden oluşan laboratuvar toplumu yeniden dizayn ediyor. Bu az bir şey değil…

Bugün ‘ılımlı İslam’ meselesine bir noktalı virgül koyarak meseleyi bağlayalım, nasipse devam edelim sonraki yazılarda…

……………………………

“TUTMAYIN KÜÇÜK ENİŞTEYİ!”

Borç batağındaki Yunanistan’a Almanlar çöktü.

Verdikleri kredilerin karşılığında bazı adalara, önemli limanlara el koydular.

Almanlar kim? AB’nin abisi…

Yunanistan kim? AB’nin en zayıf halkası…

Abi Katolik, yaramaz çocuk Ortodoks ama önemli değil.

Her şeyini Alman’a peşkeş çekmiş Atina hükümeti, Kemal Sunal’ın başrol oynadığı “Tosun Paşa” filmindeki ‘küçük enişte’ye benziyor.

FETÖ’cülere vatandaşlık verdiler…

DHKP/C’li teröristlere yataklık yapıyor…

Göz göre göre mültecilerin boğularak hayatlarını kaybetmesine göz yumuyorlar…

Yürek yiyip, burnumuzun dibindeki adalara gelip yaramaz çocuklar gibi zırt-pırt çelenk atıyorlar…

Zoru görünce de dörtnala kaçıyorlar.

Ciddiye almamak lazım ama…

“Tutmayın küçük enişteyi, salıverin gitsin” demek geçiyor insanın içinden…

…………………………………………………………….

‘BİR KUTLU SEFER’E ÇIKMAK İÇİN…

Savaş Şafak Barkçin’i nasıl bilirsiniz?

Hep bir ağızdan, “İyi biliriz” diyeceksiniz.

Çünkü bir insanın yapıp-ettiklerine, nasıl bir hayatı tercih ettiğine baktığınızda bu soruya kolay cevap verirsiniz.

İşte Savaş Barkçin de gürültüsüz, patırtısız, kendi köşesinde söylemeyi ve kayda almayı sürdürenler arasında…

İyi söylüyor…

İyi yazıyor…

İnsan Yayınları etiketiyle çıkan “Bir Kutlu Sefer/Tasavvuf ve Tarikatler”, bu konuya ilgi duyanlar için çok önemli bir kaynak eser.

Tarikatler hangi ihtiyaçtan doğmuştu?

İşleyişleri nasıldı?

Usulleri neden farklı idi?

Çapı küçük olmasına rağmen, tarikatlerle ilgili bir sefere soyunanlara edebi bir zevk ve görsel bir şölenle yoldaşlık ediyor.

Kitap, “Ben’den sen’e, sen’den O’na” götüren seferin Anadolu’yu nasıl yoğurduğunu başarılı biçimde sunuyor.

“Bugüne kadar tarikatlerle ilgili söylenmedik bir şey mi kaldı” diye sorabilirsiniz.

Demek ki kalmış!

Temiz bir dil, sade bir anlatımla Mevlevilik, Kadirilik, Bayramilik, Nakşıbendilik, Halvetilik, Rıfailik, Bektaşilik, Melamilik, Şazelilik konusundaki notları okurken bu sorunun cevabını da buluyor.