Kaseti (çok az) geriye saralım:

FETÖ operasyonları dolayısıyla büyük bir kavga yaşandı. Örgütle bağlantılı on binlerce kişi gözaltına alındı, tutuklandı.

Bir kesim operasyonlara şiddetle karşı çıkarken…

Bazıları, ahtapot gibi toplumun kılcal damarlarına girmiş olan bu Haşhaşi sürüsünün inlerinin dağıtılmasını alkışladı.

Fakat başka bir kesim daha vardı. Onlar lehte veya aleyhte hiçbir tezvirat yapmadı, renk belli etmedi, gıkını bile çıkarmadı.

Memleketin güvenliği ve ‘âlî menfaatlerimiz’ için başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı hakkında en çok konuşanlar, yorum yapanlar her ne hikmetse bu güruhtan…

Renksiz, kokusuz, tepkisiz, kontrollü ve hesaplı bu amorf yapının aktörleri her zaman kural koyucu, daima yer bulucu ve sürekli belirleyici!

Kendi aralarındaki kavgadan sonra bile aynı masa etrafında oturup yeniden bir rol üstlenebiliyorlar. Ve hiç kimse onların varlıklarını sorgulamıyor; patronları dahil…

İtibar yöneticiliği yapıyorlar.

En önemlisi de…

‘Devşirme’yi çok iyi biliyorlar. Hatta bu işi sanat haline getirmiş durumdalar. Cilalı gazete sütunları ve parlak televizyon ekranları bu adamlarla dolu…

Devşirmek için aldıkları birini öyle inançlı bir şekilde eğitiyorlar ki, o artık kendisi olmaktan çıkıp sahibine benziyor. Mimar Sinan örneğinde olduğu gibi…

Bizim bir sosyal hayatımız yok. Sosyal hayatımız memleketin hemen her köşesine yayılmış nargile kafeler, iskemleli çay ocakları veya göz kamaştırıcı butik mekânlardaki malayani sohbetlerden ibaret. Erkekler için bu mekânlar sosyal hayatın merkezi…

Kadınlar ise sosyete pazarları ile proje mekânların müdavimi…

“Sosyal hayat” deyince neden irkiliyoruz?

“Bize göre değil. O hayatta bilmem ne var” diye tepki gösteriyoruz ama ‘öteki’nin sosyal hayatını nargile kafelerde kendimize malzeme yapmaya bayılıyoruz.

Müzikten, edebiyattan, resimden, kitaptan nefret eden bir kitle!

Eskiden yakılmış türküleri söylüyoruz. Hatta oturduğumuz kafelerde bu türküler çalınıyor, eşlik ediyoruz. Ama yeni türkülerimiz yok.

Sosyal hayat olmaz ise bir ideali ayakta tutamayız. Kaskatı bir hayat anlayışı ile hiçbir şey olmaz.

İran, bazılarımız için en ideal örnek. Ama gerçek hiç de öyle değil. Sokaktaki kadınların Devrim Muhafızları’na bakışını görenler bunu iyi anlar. Tahran veya diğer büyük şehirlerdeki yeraltı hayatını bilenler de…

Çin modeli de böyle…

Trilyonlarca dolar varlığıyla dünyayı titreten koca imparatorluk yüz binlerce mutsuz insanın yaşadığı bir kavanoz.

Eğlencesi olmayan bir küresel aktör!

Bir yığın açmazı var ve bunu ne Konfüçyüs, ne Buda, ne Mao ile açıklayabiliyor!

Tek yapabildiği Hainan Adası’na Las Vegas’ı getirmek!

Yani kopyalamak…

Bizim de temel sorunumuz bu değil mi?

Toparlayalım:

Eleştirdiğimiz amorf tiplerin en büyük avantajı kendilerine sabit bir muhit bulmaları. Her ne olursa olsun bu mahalde varlıklarını sürdürebilmeleri…

En ufak bir sarsıntı veya darbe karşısında birbirlerine sarılma refleksi geliştirmeleri…

Müzik ve tiyatro yüzyıllarca Levantenler’in veya başka azınlıkların elinde olmuş. Toplum, onların ürettiklerini tüketmiş. Kimse kafa yormamış. Bu iki sanat dalı neredeyse tüm kitleleri tesiri altına almış.

Sözünü ettiğimiz ve kendilerini milletin efendisi gibi gören ve ‘kul’larına ‘bidon kafa’ diyen ‘sahipler’ işte böyle güçlü bir rüzgârın önünde toplandıkları için sesleri gür çıkıyor.

Oturup şunu sorma zamanı geçti belki ama yine de sormalıyız:

“(Hal böyle iken) nereye gidiyorsunuz.” (Tekfir, 26)