Bu arada aklıma bir fikir gelince hemen rastladığım ilk sokak lambasının altında durur, bisikletten iner, cebimden küçük not defterimi çıkarıp aklıma gelen fikri yazardım. Bazen tek bir sefer boyunca birkaç kez durup not aldığım olurdu.
Fikirleri (âdeta maden gibi) kazı yaparak ortaya çıkarmak hakikaten zor bir görevdir. Yeni fikirlerin cılız doğduğunu ve mikronla ölçüldüğünü hissediyorum. Ancak araştırma ve delillerle gelişip büyüyerek dağlar kadar ağırlığa ulaşabilmektedirler. Aynı şekilde fikirleri dile getirip açıklayabilmek de oldukça zor bir iştir. Özellikle de “düşünülmemesi gereken” ya da “düşünülmesi imkânsız” (kabul edilen) konularda tartışılacak fikirleri… İnsanların doğrudan hissetmeksizin yaşadıkları meçhul sorunları araştırmaya çalışan fikirleri…
Ben de fikirlerimi açıklamakta zorluk çekmeye devam ediyorum. Fikirlerimi yeterince açık bir dille izah edemediğim için zaman zaman hayıflanıyorum. Bazen kendimi zayıf bir avukat gibi görüyorum. Zira fikirlerimi zayıf şekilde savunuyorum. Bazen de örnek olarak bazı isim ve şahsiyetleri ele alıyorum, oysa benim hedefim şahıslar dünyasını aşmaktır.[1] Ama gel gör ki (istemeden de olsa) ben de bazen bu dünyayı pekiştirebiliyorum.
Önceki (“En Büyük İmam Kimdir?” başlıklı) makalelerimde (çocukluk yıllarımdaki) ilk sorularımdan yola çıkarak hak ile bâtılı (doğru ile yanlışı) ayırt etmede temel kaynağın (ana referansın) ne olduğunu ele almıştım. Temel kaynak hüccet, beyyine ve delil midir?[2] Yoksa önemli şahıslara ve büyük isimlere dayanmak mıdır? Önceki yazımda neticelerin “köpük yasası”na tâbi olduğunu belirtmiştim.
Beni asıl ilgilendiren husus şahısları, imamları veya şeyhleri eleştirmek değildir. Onlar (kendi dönemlerinde) zorunlu bir rol üstlendiler. O zamanlar onlarsız olmazdı. Önceki büyükleri (ve onların ürettiği birikimi) yok saymak mağaraya geri dönmek (işe sıfırdan başlamak) anlamına gelir. Benim karşı çıktığım husus, onların yaptıklarıyla yetinmek (geldikleri aşamada durup kalmak), onların bıraktığı müktesebatta hiçbir hata olmadığını varsaymak ya da buna hiçbir yeni ilave yapılamayacağını düşünmektir… Zira bu, tarihi durdurmak (ve dondurmak) demektir!
İşte bu sebeple, Kur’an’ın beni hem Müslümanların fakih ve âlimleri gibi yerel büyüklerden hem de gerek Doğu’nun gerekse Batı’nın filozofları gibi küresel büyüklerden kurtardığını düşünüyorum. Peki ama nasıl?
Kurtuluşumun sebebi, ahiret gününe (bütün varlığımla) iman etmemdir. Nitekim Allah beni tek başıma hesaba çekecektir. Bana; “Fakihlere, imamlara, âlimlere, büyüklere ve filozoflara tâbi oldun mu?” diye sormayacaktır… Aksine işitme ve görme yetilerim ile kalbimden hesaba çekileceğim… Bunlarla hangi eylemleri yaptım? Allah bana bu “Kitap”tan (Kur’an’dan) soracaktır. Büyüklere gelince; “O toplumlar geçip gittiler: Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandırdıklarınız da size aittir; ve siz onların yaptıklarından aslâ sorumlu tutulmayacaksınız.” (Bakara 2:141).
Demek ki Rabbimle yalnız başıma muhatap olacağım: “Sonunda onların her biri Kıyamet Günü O’nun huzuruna tek başına çıkacaktır.” (Meryem 19:95). “Ve (Allah diyecek ki): “İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi; dahası, size verdiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız. Sizin lehinize Allah’a ortak olduğunu sandığınız o şefaatçilerinizi neden şimdi yanınızda göremiyorsunuz? Artık aranızdaki bütün bağlar kopmuştur ve bütün dost sandıklarınız sizi yapayalnız bırakmıştır.” (En’âm 6:94).
Ahirette ne büyükler ne de fakihler bana aslâ yardım etmeyecektir: “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir; yükü ağır gelen kimse onu taşımak için yardım istese, yakını da olsa (bir başkası) onun yükünün bir kısmını dahi taşıyamaz. Şu bir gerçek ki sen, Rablerine karşı derin bir ürperti duyanları ve kulluğun hakkını verenleri uyarabilirsin; hem kim arınırsa sırf kendisi için arınmış olur. Zira bütün yollar Allah’a çıkar.” (Fâtır 35:18).
Benim için en iyisi, cahillik ve taklitçilik yaparak kimsenin peşine takılmamamdır: “Ve bilmediğin bir şeyin peşinden gitme! Çünkü kulak, göz ve gönül; bütün bunlar (hesap günü) ondan dolayı sorguya çekilecektir.” (İsra, 17:36).
Büyüklerle ilişkili olmak bir fikrî doğumu gerektirir. Yani büyüklerin fikrî rahminden çıkmamız icap eder. Çünkü çocuğun annesinin rahminde gerekenden uzun süre kalması hem anne hem de cenin için tehlike arz eder.
Çinliler eskiden kadınların küçük ayaklara sahip olmasını tercih ederlermiş. Bu sebeple genç kızları –ayakları küçük kalsın diye– küçük ve dar ayakkabılar giymeye alıştırıyorlarmış.[3] Şayet kavramlarımızla ve fikirlerimizle tam uyum içinde kalmaları maksadıyla gençlerin akıllarını dar kalıplara doldurursak aynen eski Çinlilerin yaptığı gibi (yanlış) yapmış oluruz.
Bilgilerimin noksanlığını ve delillerimin zayıflığını yeniden itiraf ediyor ve bundan dolayı özür beyanımı yineliyorum.[4] Ama gençleri bilgiyi aramaya ve bunun için onları farklı kaynaklara başvurmaya davet ediyorum. Ve onlara diyorum ki: Fikirleri aslâ taklit yoluyla ve önünü arkasını iyice düşünmeden kabul etmeyiniz. Ancak aynı şekilde, benimsediğiniz fikirlerle -önünü arkasını iyice düşünmeden, taklitçilik yaparak- aslâ başkalarını tekfir etmeyiniz.
Mütercim: Fethi Güngör
[1] Müellif bu ifadesiyle çok sevdiği Mâlik Bin Nebî’nin “üç âlem” tasnifine atıf yapmaktadır. Cevdet Said’in birçok kitap, makale ve konuşmasında dile getirmiş olduğu bu hususu Mâlik Bin Nebî özetle şu şekilde izah eder: Bin Nebî’ye göre tarihî olaylar ve hareketler üç önemli âlemin etkileşiminden doğar: Şahıslar âlemi (‘âlemu’l-eşhâs), fikirler âlemi (‘âlemu’l-efkâr) ve varlıklar âlemi (‘âlemu’l-eşyâ’). Eşya (varlıklar) âlemi (hayatta) daha belirgin bir yer işgal ediyor gibi görünmesine rağmen, Bin Nebî açısından fikirler âlemi son derece önemlidir. Ona göre bir toplumun zenginliği sahip olduğu “eşya” ile değil fikirleriyle ölçülür (Mâlik Bin Nebî; Mîlâdu Muctema’, Dâru’l-Fikri’l-Mu’âsır, Beyrut 2016, 128 s., s.34). (Mütercim).
[2] Hüccet: İnsanların doğru yolu bulmaları için Allah’ın ortaya koyduğu delil. Beyyine: Dâvâcının iddiasını ispat eden belge, zabıt ve senet gibi sağlam delil. Delil: Yol gösteren, kılavuz, rehber. (Kubbealtı Lugatı’ndan aktaran: Mütercim).
[3] Çinli kadınlarda ‘ayak bağlama’ ya da ‘lotus ayak’ geleneğinin günümüzde de yer yer devam ettiği görülmektedir. “Küçük ayak” sevdasının doğurduğu vahim sonuçları görmek için internetten bir iki haber okumak ya da kısa bir video izlemek yeterli olacaktır. (Mütercim).
[4] Mülteci olarak İstanbul’a geldiği Aralık 2012’den bu yana Cevdet Said’in 80 kadar konferans ve sohbetini, bir o kadar makalesini Arapçadan Türkçeye tercüme ettim. Gerek yazılarını gerekse konuşmalarını Türkçeye aktarırken kendime hep şu soruyu sordum: “Cevdet Said Türkçe konuşan ve yazan bir mütefekkir olsaydı bu fikrini ya da cümlesini nasıl ifade ederdi?” Bu soruya cevap teşkil edecek nitelikte ‘anlam odaklı’ bir tercüme yapmaya, ‘manaya sadakat’ yanında ibarenin güzel olmasına da özen gösterdim. Ama buna rağmen üstadın derin fikirlerini Türkçeye aktarırken bazı anlam kayıpları olabileceğini de hatırda tutmakta yarar görüyorum. Nitekim hiçbir ibarenin mutlak tercümesi yapılamayacağı gibi hiçbir tercüme de aslî ibarenin yerini tutamaz. Zira farklı olan sadece kaynak ve hedef diller değil bilakis bu dillerin bir parçası olduğu kültürlerdir. Nev’i şahsına münhasır, her biri kendi çok boyutlu ortamında uzun zamanlarda oluşan kültürlerin ise birebir mutabakatının sağlanamayacağı bedîhîdir. (Fethi Güngör).