Küçük mütevazı evin kapısı kralın adamları tarafından aniden çalındığında, iki genç kızın yüreği pırpır olmuştu. Koşarak açtılar kapıyı. İçeriye önce muhafızlar, sonra elindeki cam ayakkabıyla prens girdi. Saraylı kıyafetinin tozlanmamasına dikkat ederek, kendilerini beğendirmek için bekleşen, ağzı kulaklarına varmış kızların önünde durdu. Zoraki bir saygı tavrı takınarak “Hanımefendi” dedi, “Bir de sizde deneyelim ayakkabıyı.”

Ülkenin biricik prensinin yıllar sonra halkın arasına karışmasına, bir de eşi görülmemiş bir alçakgönüllülükle her genç kıza ayakkabı giydirmek için yerlere kadar eğilmesine şaşıran yoktu. Birkaç gün önce o pahalı baloya gelip gece yarısına doğru birden gözden kaybolan güzel arabalı esrarengiz bir kızı arıyordu. Kıza dair elindeki tek bulgu, telaşla giderken ayağından düşürdüğü cam ayakkabı tekiydi. Ayakkabı hangi kızın ayağına olursa, o kız prenses olacaktı.

Kızlardan öndeki ve yaşça büyük görüneni büyük bir uysallıkla uzattı ayağını. İşlemi müfettiş edasıyla yukarıdan seyreden saray görevlisi, “I-ıh” dedi, “buna da olmadı.” Genç kız histerik hıçkırıklarla evin en uzak köşesine kaçarken, diğeri zafer kazanmış bir eda ile uzattı ayağını. Ama sonuç değişmedi. Ayakkabı onun da ayağına olmadı.

İki kızının birden son anda saraylı olma fırsatı kaçırdığını gören evin hanımının suratı iyice asıldı. Yalvardı prense, “N’olur sayın prensim, bir kez daha deneseniz.” Günlerdir ülkesinin genç kızlarına ayakkabı giydirmeye çalışmaktan bitap düşmüş prens hiç oralı olmadı. Bu son evdi. Demek ki o gece o büyülü dans sırasında bir görüşte âşık olduğu güzeller güzeli kendi ülkesinde değildi. İnleyerek sordu: “Evde başka kimse yok mu?” “Yoooo…” dedi anne telaşla. Çatı katına çıkan merdivenlere takıldı prensin gözü. “Ah evet,” dedi kadın, “Bir de hizmetçi kızımız var ama…” Hızla merdivenlere yönelen prensin önüne geçmek istedi ama yetişemedi. Ahşap merdiveni neredeye yıkacak adımlarla çıkan prens, tavan arasının kapısına varır varmaz, kapıyı sonuna kadar araladı.

Çatı penceresinden sızan ışığın huzmelerinde uçuşan tozların ardında hayal meyal bir silüet çarptı gözüne. Aradığı külkedisi burada olmalıydı. Masal yazarları yanılmış olamazdı. Kızın yüzüne bakmadı bile. Hemen diz çöktü ve ayakkabı tekini ayağına doğru uzattı. Bekledi ki, o da tatlı bir uysallıkla ayağını uzatsın. Kendisine eş olmak için adeta gözleriyle yalvarsın. Ayağını ayakkabıya sokarken nefesi kesilsin. Hiçbiri olmadı.

“O masallardaydı” diyen bir sesle irkildi prens. Aynı anda, çenesinin ucunda sıcak ve sert bir dokunuş hissetti. Genç kız prensin yüzünü kendi yüzüne doğru çevirdi. “Bak, delikanlı…” dedi ince ama kararlı bir ses tonuyla. “Neredeyse kapımı kırarak içeri daldın. Burası senin ülkenin bir köşesi olabilir ama bu oda mahremdir.”

Neye uğradığını şaşıran prens günlerdir itina ile sakladığı cam ayakkabıyı neredeyse elinden düşürecekti. “Dert etme…” dedi genç kız, ayağının ucuyla bir kenara iterken cam ayakkabıyı. “Yıllardır saraydan çıkmadığın için böyle incelikleri bilmemekte mazursun. Gözlerini aç da etrafına bak…”

Küçük çatı katının duvarlarında yüzlerce kitabı görünce şaşırdı prens. Maksim Gorki’den Tolstoy’a, Shakespeare’den Halil Cibran’a insan kalbinin kuytularına dokunan, okunmaktan yaprakları yıpranmış kitapları göz ucuyla inceledi. Hiçbirini bilmiyordu.

“İş senin bildiğin gibi değil” diye başladı söze kız. “Sözüm ona kralı olmaya heveslendiğin bu ülkede benim gibi kaç külkedisi var, kaç öksüz tozlu tavan arasında çürüyor, biliyor musun? Kaç yetimin hakkı gasp ediliyor? Kaç yiğidin emeği çarçur ediliyor?” Prens donakaldı. Hiç duymadığı şeylerdi bunlar. “Öyle ya, sen sadece sana bir peri marifetiyle sana ulaşanları, bir yolunu bulup pahalı balona gelenleri ciddiye alırsın. Sana göre, şimdi bu ayakkabı benim ayağıma şapadanak oturacak da, ben de seninle saf saf evlenmeye razı olacağım ve bu masal mutlu sonla bitecek, öyle mi?”

Sözün burasında gözlerinde yıllanmış acıyı prensin üzerine boca edercesine gözlerini gözlerine dikti: “Seni ana kuzusu seni…” diye bağırırken, prensin hayatının tehlikede olduğunu sanan görevlilerin yüzüne kapadı kapıyı. “Bu masalın daha ortasında, halkına fildişi kuleden bakan, sadece güzel elbiseler diktirecek kadar zengin olanları huzuruna kabul eden, yalnız güzel arabalarla sarayının şatafatlı kapısına kadar ulaşabilenlere değer veren bir idareci profili çizdiğinin farkında bile değilsin!”

Prens birkaç şey söylemek istedi ama sadece anlamsız birkaç hece çıktı ağzından. Bir anda yere yığılıverdi. “Otur,” dedi şefkatle külkedisi. “Hiç aklına geldi mi ülkende birileri üvey annesinden zulüm görüyordur diye. Sarayından birkaç adım olsun dışarı çıkacak cesaretin oldu mu? Soluduğun oksijen çadırının dışında neler oluyor hiç merak ettin mi? Hiç çamura bulandı mı ayakkabıların? Hiç ayağına taş değdi mi?” Prensin yüzü mahcubiyetten al al olmuştu. Yan taraftaki yayıktan bir tas köpüklü ayran uzattı prense. “Sana bu kadar ikram yeter…” diye fısıldadı alaycı bakışlarıyla. Az ötede, ışıklar altında parıldayan ayakkabıyı eline aldı. Prensin gözleri önünde tavana kadar kaldırdı ve usulca bıraktı elinden. Büyük bir şangırtıyla parçalandı ayakkabı.

Kırık cam parçalarına hayıflanarak bakan prensin göz hizasına eğildi. “Çok merak ediyorsan, söyleyeyim” diye devam etti. “O ayakkabı bana aitti.” Acıyan gözlerini prensin yüzüne dikti. Bir kaç cam parçası ayaklarının altında çıtırdadı. Sanki camları değil de prensin ruhunu eziyordu.

Ayağa kalktı, tavan arasını boydan boya yürüdü. “Ne kadar safsın!” dedi. “Adım Külkedisi diye kül yutacağımı mı sanıyorsun! Bugün ayakkabı ayağıma oldu diye beni seçen, yarın ayakkabı ayağıma olmaz olunca beni terk etmez mi hiç! Evlilik için cam ayakkabıdan daha sağlam, daha kavi gerekçelerin olmalı, sayın prens!”

Hışımla kapıya doğru ilerledi, kapıyı açtı. İki üvey kız kardeşi, üvey annesi ve saray görevlileri şaşkın bakışlarla içeri doluştu. İki gözü iki çeşme ağlayan prensin elinden tutup ayağa kaldırdı. Adeta sürükleyerek dış kapıya kadar getirdi. Dışarıda bekleşen meraklı kalabalığın da duyacağı şekilde bağırdı:

“Alın şunu anasına götürün…”