“Beyefendiler, günahlarınız bile şevk içinde olsun. Eğer günah işleyecekseniz şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihalelere giriyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu felâketi idrak etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için, kırgınlıkta bir feyz buluyorum.”

Fethi Gemuhluoğlu bu sözleri söylediği sıra Göğün Elleri gönlümüzden henüz aşkı çekmemişti.

Namazı aşk için kılıyorduk.

Dost namazı kılıyorduk.

Namazı kendimize dost biliyorduk.

Çok şükür o vakitler Göğün Elleri daha cömertti hepimiz için…

O vakitler her söz insana değiyordu. Ya da değecek birini buluyordu mutlaka. Çünkü söyleyen ve dinleyen söze kıymet veriyordu.

Şimdi sözün insanı tutmadığı teflon bir çağda yaşıyoruz. Bu çağa biz gelmedik. Çağ da bize gelmedi. Akıp giden zaman içinde çağ ve insan buluştu.

Bu böyle oldu diye söylemekten ve yazmaktan çekilecek miyiz?

Eğer çekilirsek kelimeleri kime emanet edeceğiz?

Kelimelerin ruhuna sırlanmış hakikati nasıl seslendireceğiz?

Sözün anlamını -tamamen- yitirdiği bir çağdan geçiyoruz. Bu çağdan hızlı ömrümüz. Zamanın acelesi yok. Ağır aksak akıyor içimizden dışımıza; dışımızdan içimize doğru.

Dolayısıyla söylediğimiz (yazdığımız) hiçbir şey anlam katmanlarının mıknatısına yapışmıyor.

Sadece bizim için geçerli değil bu…

Hakikati ve aşkı söyleyen bütün söz marangozları için bu tespiti yapabiliriz.

İşte o yüzden…

Eğer çekilirsek bu köşelerden…

Kelimelerin ruhuna sırlanmış hakikat nasıl öğrenilebilir?

Veyahut sırlanmış/ saklanmış bu hakikati öğrenme veya bilme konusunda kaç insan evladı bir dert libasının içinde kıvranır durur?

Bize böyle öğrettiler: Bildiklerinizi susun! Bilmediklerinizi öğrenin! Bilmediklerinizi öğrendikçe bildiklerinizle konuşmaya başlayın!

Bildik ki…

Bu dil, bu gönül, bu hakikat aşkı bize emanettir. Kendini insan bilen herkese aslında…

Kelimeleri hem bir kılıç, hem de bir gül gibi tutmadıktan sonra…

Acziyetten, ümitten ve aşktan söz edilebilir mi?

Ümidin, acziyetin ve aşkın olmadığı yerde korkunun galip gelmesinden daha tabii ne olabilir?

Zamane insanı dün de anlamıyordu fakat bu kadar değil!

Zamane insanı anlamıyor diye zamanın gönlüne düşülmüş kelimeler ‘aşk’a şerh edilmeyecek mi?

Varsın bazıları servet biriktirsin…

İdeoloji biriktirsin, makam biriktirsin…

Estetik kaygı şehrine uğramasın bazıları…

Zevksizlik alıp başını gitsin…

Değil mi ki, “Yeryüzünde böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım” (A’raf, 70 146) diyen bir Allah var…

Elhamdülillah…

O izin verdiği müddetçe bizim gönlümüzün Hira’sından kelimeler eksik olmayacak.

Olmasın da…

Mühim olan okumayı bilmek…

Ayeti, sünneti, insanı, aşkı, hayatı…

Yani ‘hakikat’i…