Zıtlıkların ahengiyle kurulu bir dünyada insanoğlu, zıtlıkların savaşını yaşıyor. Ahenk ortadan kaybolunca geriye acımasız bir savaşın tamtamlı çığlıkları kalıyor. Oysa kâinat dev bir senfoni orkestrasının enstrümanlarından çıkan sermest etmeye hazır nağmeler besteliyor kulak kesilenler için…

Evreni tepeden tırnağa kuşatan yaradılış kanunu anlaşılmayınca atılan her adım yanlışa düçar oluyor. Hep yanlış adreslerde aradıklarımız bir türlü karşımıza çıkmadığı gibi içine düştüğümüz ruh hali kızgın bir boğanınkinden farksız… Ama biz bunun dahi farkında değiliz.

Ruhlarımız ihtiyaçlarını doyuran bir bayram sabahı bekliyor yıllar yılı… Öylesine aç, öylesine çaresiz ve öylesine kimsesiz kalmışız ki gökyüzü emzirse içimizde büyüttüğümüz umutsuzlukları belki o zaman geçer susuzluğumuz.

Peki, neydi gözden kaçan yaradılış kanunu?

En başta dünden bugüne gelmiş geçmiş milyarlarca insanın izleriyle dolu şu yeryüzünün süreklilik ve süreksizlik şeklinde iki zıt cereyanın bir birine paralel yol aldığı bir mesken olduğunu hatırlamalı.

İşte size hakikat ölçüsünde bir misal… Güneş ve ayın her gün yeniden doğup yeniden batışı sürekli bir cereyan halinde… Bu bir yana güneşin yeni günün ilk ışıklarından sonra her gün batımında bir de zeval görerek gözler önüne serdiği süreksizlik cereyanı var. Buna rağmen güneş ve ayın her gün doğup batıyor olmasının sürekliliği bizi aldatıyor. Zira bu mucizevi maceranın aslında bir süreksizliğe mahkum olduğunu göremiyoruz. Görsek dahi yeteri kadar hissedemiyor ve bu hissiyatı bir şuura dönüştüremiyoruz.

Her günün kendi içinde barındırdığı kıymeti mazide bırakırken yaşadığımız burukluk istikbale bakışımızdaki eksikliğe de uğruyor sonra… Daha acı olansa şuurdan yoksun evren ve hayat algısı içinde dünü ve yarını bir kenara bırakamadan içinde bulunduğumuz anı yani bugünümüzü de ziyan ediyoruz.

Uyumadan ve uyuşmadan yaşamak için zıtlıkların ahengini görmek ve hakikat ızdırabının yaşamın kılcal damarlarında atan nabzını işitmek gerek. Bu da her şeyden önce nasip işi…

Hani amiyane tabirle hep deriz ya “eskiler çözmüş işi”… Şöyle der, eskiler: “Kış olacak ki yazın; fakirlik olacak ki zenginliğin; hastalık olacak ki sağlığın kıymeti bilinsin”. Aynen böyledir zıtlıklar içindeki ahenginin bize anlatmak istedikleri. Yani kıymet bilmektir meselenin ilki… Yaşanılan evrenin, mevsimin ve içinden geçilen zaman tünelinin donatıldığı nimetlerin farkına varmak. İkincisi şuncacık dünyada hiçbir şeyin kalıcı olmadığını ve kalıcı görünenin mahkûm olduğu geçiciliğin bir gün ansızın kapımızı çalabileceğini unutmamak.

Kışın etrafı beyaz bir örtü gibi kaplayan karın eriyeceğini biliriz de mevsimlerin son bulacağı anı çabucak unutuveririz.

Bir gün zengin olmanın hayalini içimizde hep saklı tutarız da fakirliğin rûz-i mahşerde en büyük zenginlik olacağını düşünemeyiz.

Her zaman sağlığın ne büyük zenginlik olduğunu söyler dururuz da bunu ancak en iyi hastalanınca anlarız.

Hayatta ne karanlıklar olmadan aydınlığın ne yokluk olmadan varlığın kıymetini anlamak mümkün. Öyleyse bize aydınlığın ne olduğunu anlattığı için karanlığında bir kıymet tarafı var. Kaldı ki kelam-ı kibar’da “Dinlenesiniz diye geceyi karanlık, çalışasınız diye gündüzü aydınlık yarattık” buyrulmuştur.*  Yokluktaki varlık sırrını anlatmaya ise kelimeler iktifa etmez. Hal böyleyken her günü bir kürek mahkûmu gibi nefes nefese yaşayarak kendini ziyan eden insanın durup düşünmesi ve kâinat senfonisindeki yerini alması gerekiyor. Çünkü bu dev orkestranın en görkemli enstrümanı kendisi…

*Neml suresi 86. Âyet-i Kerime