Kesintiden hoşlanmaz insan. Süreklilik ister. Belirsizlikte tedirgin olur. Mutat olanı arzular. Ne var ki bir o kadar da risklidir insanın arzuladığı. Süreklilikte aldanır insan. Düzenlilikte uykuya dalar, konfora yaslandıkça uyuşur. Kesintinin ardından gelecek ‘yenilik’ heyecanını yitirir. Her şeyi elinin altında sanır. En temel gerçekliğini unutur; aczini inkâra kalkar. Düzenli iken her şey, belirsizlikten çıkacak ‘sürpriz’e körleşir. Varlığına kendi imkânlarıyla elde ettiğine kani olmaya başlar; fakrına körleşir.
Meselâ, güneş düzenli doğar ve belirli bir vakitte batar. Yağmur ise sürpriz yağar; hep umulmadık zamanda gelir. Belli ki bu yüzden “yağmur dua”mız vardır ama “gündoğumu duamız” olmaz. İnsanlığın ömründe bir kere de olsa, bir köy ahalisinin günlerdir batmayan güneş için, “gece kuraklığı”ndan kurtulmak üzere, içi yanarak, gözyaşları dökerek “günbatımı duası”na çıktığı görülmedi.
Demek ki, ‘boşluk’larda var oluyor dua! Belirsizliğin eşiğinde yükseliyor yakarış sesleri. Garantinin bozulduğu anlarda, mutadın kırıldığı yerlerde yanık bir fısıltıya dönüşüyor nefeslerimiz. Yeryüzü yalnızlığını böylesi ‘istisna’ anlarda itiraf eder insan. İçinin içinde bekleyen suları, ak pak bir çağıltıya dönüştürür. Rüzgârın ellerine bırakır birikmiş bulut suskunluğunu. Yerden göğe y/ağan bir yağmur damlamaya başlar kalbinden. Söz yağmuru…
Gelin görün ki bu ‘istisna’ kuralın ta kendisidir. Bir an bir sonraki an’ın garantisi değildir kâinatta. Her an yeni bir yaratmadadır Yaratıcı… Hep yeni, hep yeni, hep yeni ‘işler’ yapar.
Hal böyle iken, gördüklerimizle aldandık. Aldanışımız ‘sürprizler’in kesintisizliğiyle başladı. Yanılmalarımız ‘olmazların olduğu’ bir âlemi görmeye alışmamızla derinleşti. “Öyle görünüyor o halde öyle oluyor!” diyerek aklımızı gözümüze indirdik. Gözümüzle muhakeme etmeye başladık. İnanılmaz güzellikteki meyvenin, kuru dal uçlarında düzenli olarak var edildiğini gördükçe, meyveyi ağaçtan bildik. Sürekli sürpriz, sürprizi gözümüzde söndürdü. Güzelliğin devamlılığı güzelliğin biricikliğini gözümüzden düşürdü.
Aramıza bu aldanışı kırmak için indi oruç. Gözümüzün gördüğüne kanmayalım diye. Sebeplerin yetmezliğini fark edelim diye. Elimizin altında gözükenlerin sadece öyle göründüğünü görelim diye. Eşya ile aramıza mesafe açtı. Sanal kudretimizi elimizden aldı. Vehmi zenginliğimizi sona erdirdi. Tüketti her şeyi göz göre göre. Sabahtan akşama imkânsızın eşiğinde tuttu bizi. Mutadın aldatıcılığını kırdı. Düzenliliğin sahte vaadini sona erdirdi.
Bayramın üçüncü gününde, kesin, sürpriz gözüküyordur her şey gözümüze. Gözümüzün gördüğünden fazlasını görüyor olmalıyız!
Bayram’a ‘ıyd’ denir. ‘Dönüş’ demeye gelir ‘ıyd’. Asla dönüş. Gerçeğin yüzüne iniş. Hakikati yeniden keşfediş. Ramazan Bayramı ise fıtrata dönüştür: “ıyd’ul fıtr” Fıtratımıza dönüş yeri. “Fabrika ayarları”nı yenileyiş. En temelden ve yeni baştan var oluş.
Ne varlığımızın ne de bizim için var edilenlerin ‘garanti’ olmadığını görme zamanı şimdi. Hep sürpriz, hep yeni, hep taze, hep ilk defa…
Şu halde, yeryüzündeki cılız varlığımızı, bizi ve sevdiklerimizi yoktan Var Eden’e saf bir hitaba dönüştürme fırsatını yakaladık. Bizi ‘önemli’ yapan biricik eylemin eşiğindeyiz.
Değil mi?