Mevsim sonbahar…

Artık kışın soğuk günlerine kollarını uzatıp kurumuş yapraklar gibi sararıp solan hayatın da farkına varma vakti.

Sıcaklar ne kadar insanı gevşetip tembelliğe yorsa da soğuklar bir o kadar sardığı vücudu titreterek diriltir. Bu, insan için böyle… Oysa tabiat tam tersine derin bir uykuya çekilir sanki. Yazın Sanat-ı İlahi’nin kendisine biçtiği o yemyeşil elbisesini üzerinden çıkarır ve tıpkı ölümün sararıp soldurduğu bedenler gibi beti benzi atar birden tabiatın.

Bütün bunların varoluş sırrı ise insanoğlunun bir iç muhasebe yapmasına kapı aralar. O kapıdan habersiz olanlar ya da o kapının varlığını bilip de yok gibi davrananlar ömür terazisinin bir kefesine boşluğu koyup diğer kefesinde havayı tartar dururlar. Bu sebepledir ki her zerresi sonsuz kudret elinde tamı tamına en ince hesaptan milyon kat daha ince bir hesap üzerine kurulu kâinatın, kendisi için bir imtihan yeri olarak yaratıldığının farkında olmayan insan ziyandadır. Farkında olup da üzerine düşeni yapmaktan geri duran ve bu mesuliyet duygusunun gereği ile âmil olmayı en başta kendinden esirgediği gibi başkalarından da esirgeyen insan katmerli bir kaybedişin uçurumundan aşağı yuvarlanır.

Akıl ve gönül nimetini aziz bilip üzerine düşeni yapmak zorunda olan insanın ders alması için sadece kâinata bakması yeterlidir. Bir mucize görmek istersek orada saklı… Misal, kalkıp kuzey kutbuna da gitsek veyahut dünyanın bir başka noktasına… Elimizde bir kibrit çöpü olsa ve biz o çöpü toprağa saplasak… Sonra güneşin o kibrit çöpünün üzerine düştüğü sırada gölgesinin boyunu, ışınlarının toprağa düşüş açısını hesap ederek not etsek tarihini ay, gün, saat, saniye ve hatta salise olarak… Üzerinden 365 gün yani bir yıl geçtikten sonra aynı yere gidip aynı kibrit çöpünün gölgesini ve güneş ışınlarının toprağa düşüş açısını yeniden tespit etsek alacağımız sonuç yine aynıdır. Çünkü değil sadece dünya bütün bir kâinat insandakine benzer bir ruh taşımadığı, akıl ve gönül nimetine sahip olmadığı halde üzerine düşen sorumluluğu harfiyen yerine getirir. Bu aynı zamanda Rabbi’nin ölçüsünden başka hakikat tanımayan eşyanın mükemmel teslimiyetidir.

Peki ya insan neyine güvenip de bu hesabın dışındaymış gibi davranarak yaşayabiliyor. Etrafında ibret alması gereken onca delil varken ve aklı bütün bunları kavrayabilecek kabiliyet ve donanıma sahipken nasıl olur da kâinatın özü konumundaki insanoğlu en azından kendi iç muhasebesini yapmaktan aciz kalıyor.

Bu acziyetin sonrası malum… Boşluklara düşen bir kuru yaprağın rüzgârda savrulması gibi insan kendi sahip olduğu manayı yele verince etrafını kuşatan ekranların, bilbordların ve teknoloji ürünü her türden medyanın hakikat sandığı imajlarıyla kurulu sanal dünyasında vurgun yiyor.

Her şeyi bildim derken hayat bir boşlukta asılı kalıyor. Hâlbuki en önce iç dünyasındaki o boşlukları doldurmalı insan… Düşüncenin manevi şırıngalarıyla tedavi etmeli kendini. Zira kendi iç olgunluğunu tamamlamadan tamamen toplumun kabuğunu oluşturan dışarıya dönük bir hayat yaşamak en önce insanın kendi kendine ihanet etmesi anlamı taşır. İşte asıl ihanet de burada başlar.