Dolmabahçe Mutabakatı’nın çöpe atılması iyi olmadı. Şiddet meselesine çözüm sürecinin PKK tarafından her hâlükârda bitirileceği vardıysa da iktidar buna çanak tutmamalıydı. “Kürt Sorunu yoktur” söylemi de -ne kastedilmiş olursa olsun ve kastedilen şey ne kadar yerinde olursa olsun- böyle bir çanak işlevi gördü. Ateşkesin bittiğini ilan eden PKK, Dolmabahçe Mutabakatı’nın çöpe atılması ve “Kürt Sorunu yoktur” anlayışının benimsenmesi gibi bir gerekçe ileri sürmeyip yol ve baraj inşaatlarından bahsediyor olsa da, çatışmasızlığın sona erdirilmesine müsait bir atmosferin oluşturulmasında devletin hiçbir sorumluluğunun olmadığını, bilakis devletin bunu engellemek için üzerine düşen her şeyi eksiksiz yerine getirdiğini söyleyebilmek için mezkûr hataların yapılmamış olmasını arzu ederdik.
PKK’lıların dağdan iniş süreci Habur’da yapılan zafer işaretlerinin ve çekilen zılgıtların AK Parti’ye oy kaybettirebileceği endişesiyle durdurulmuştu. Dolmabahçe Mutabakatı da anlayabildiğimiz kadarıyla AK Parti tabanından MHP’ye kayışları önlemek maksadıyla çöpe atıldı veya iktidar içi iktidar kavgasında kim vurduya gitti. Bugünkü durumun oluşmasında bunun hiçbir etkisinin olmadığını söyleyip PKK’nın davranışlarının öngörülemezliğine dikkat çekebiliriz; fakat bu, iktidarın o konularda kesinlikle sorumsuz davranarak büyük işleri küçük hesaplara kurban etmekten geri durma hassasiyetini her zaman gözetmediğini / gözetmeyebileceğini açıkça ortaya koyduğu gerçeğini değiştirmez.
Hatırlayalım: Dolmabahçe Mutabakatı’ndan dönüş sürecini başlatan tartışma “İzleme Heyeti”ne ilişkin tartışmaydı. Kürt illerini büyük heyecan ve iyimserliğe sevk eden, Türk illerinde de birilerinin ileri sürdüğü kadar dramatik tepkilere yol açmayan sürecin sona erdirilmesi, resmin büyüklüğünü göz önüne aldığımızda küçük ayrıntı diyebileceğimiz bir meseleye dayanıyor maalesef.
Neticede, MHP’ye kayması önlenmeye çalışılan AK Parti oyları gene MHP’ye kaydı ve fakat onların iki mislinden fazlası da HDP’ye geçti. İktidar, belli bir pozisyonda sebat etmeyip iki arada bir derede kalmanın bedelini iki tarafa da oy kaybederek ödedi.
Oy kayıplarından daha önemli olan şey, AK Parti iktidarının Kürt Meselesi’nde tartışmasız bir şekilde psikolojik üstünlüğü elde etmenin eşiğinden bir kere daha -Habur’dan sonra Dolmabahçe’de de- dönmüş olmasıdır. AK Parti ile HDP arasında gidip gelme temayülü gösteren Diyarbakırlı veya Ağrılı Kürt seçmene, PKK’nın (HDP’yi yedeğine alarak) ortalığı yeniden kana bulaması halinde “Halbuki AK Parti böyle olmaması için yapılabilecek olan her şeyi ama her şeyi yapmıştı” dedirtememek, PKK’nın altındaki zemini tümüyle çekememektir asıl mesele.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “(Artık) Kürt Sorunu yoktur, terör sorunu vardır” derken neyi kastettiğini bilmiyor değiliz. Kürt kimliğini inkâr politikasının geride kaldığını, Kürtlerin gasp edilen hak ve hürriyetlerinin bir bir iade edildiğini, 1980’lerin faşist cuntası döneminde yükselen silahlı mücadelenin bugün artık izah edilebilir bir şey olmadığını, demokratik yöntemlerle ve meşruiyet zemininde Kürt siyasetinin önünün alabildiğine açıldığını, PKK’nın ille de silah bırakması gerektiğini kastediyor Erdoğan ve bunda yüzde yüz haklı. Gelin görün ki, bu cümlenin, Erdoğan’ın yıllar evvel Diyarbakır’da (beşikteki bebeğin bile “kimlik siyaseti” yaptığı bir şehirde) “Kimlik siyaseti yapanlar var!” diyerek şikâyet ettiği insanlar tarafından hemencecik hazmedilmesinin imkânsızlığı bir tarafa, terör sorununun çözümü yani PKK’nın silah bırakması sadece mantığa değil geniş kapsamlı siyasi, hukuki ve içtimai düzenlemelere de bakıyor. Öyle olduğu içindir ki AK Parti iktidarı “Habur” ve “Dolmabahçe” süreçlerini başlatmıştı. Bu süreçler, Kürt Meselesi’nin çözümü yolunda gerçekleştirilen onca ıslahatın taçlandırılmasına matuf idi. AK Parti’nin Kürt Meselesi’nde bir türlü beceremediği şey bu işte: Yaptığı güzel işi taçlandırmak. İşi sonuna kadar götürmek.
Başbakan Davutoğlu, PKK’nın 2013 senesi Mayıs ayında silahlı adamlarını Türkiye dışında çıkarma sözü verdiğini ve bu sözünü tutmadığını hatırlatıyor. Doğrudur. Ama müzakereler buna rağmen sürdürüldü ve Dolmabahçe Mutabakatı’na buna rağmen varıldı. “Sözünüzde duruncaya kadar sizinle mutabakat filan yok” denilmedi. O gün Dolmabahçe’de sergilenen manzara ve okunan bildiriler konusunda -Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilgili beyanatına kadar- “Aslında tam olarak böyle öngörmemiştik” gibi bir rahatsızlık da ifade edilmedi kamuoyu önünde. Madem yapıldı o iş, öyleyse o işin hayrının görülüp görülmeyeceği, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın “silahsızlanma kongresi” çağrısının gereğinin yapılıp yapılmayacağı beklenmeden geri vitese geçilmemeliydi. Çok değil, birkaç haftalık bir sabır yeterli olabilirdi. Sabredilseydi hem seçim sonuçları çok farklı olabilir hem de şiddet yolunun devamından yana olan PKK kadroları ‘ofsayta’ düşürülebilirdi. Sürece müdahale eden Erdoğan da krizi yönetemeyen Davutoğlu da kusurludur.
Bunları bu saatten sonra niye anlatıyorum? Geçmişe yanalım diye değil herhalde. Bundan sonraki imtihanda aynı hatalar tekrarlanmasın, bundan sonra doğacak olan fırsatlar heba edilmesin diye.
Sorun, Dolmabahçe günlerine nazaran çok daha karmaşık hale geldi. İşin içine ABD ve İran’ın Rojava ve Irak Kürdistanı planları girdi, PKK bu planlardaki rolü nedeniyle Türkiye ‘bağlam’ından iyice uzaklaştı. Her şeye rağmen “Gün doğmadan neler doğar” diyerek yeni bir yumuşama dönemine ve barış sürecine hazırlıklı olmak lazım. Baruttan göz gözü görmez hale gelse bile. Kan gövdeyi götürse bile. Savaşın, kaosun orta yerinde bile.
Dahası, mevcut ortamda veya erken seçimden sonra kurulacak olan yeni hükümet, yeni bir mutabakat zemininin oluşmasını beklemeden, tek taraflı olarak, bütün PKK’lıların affını da kapsayan (ama bazı hassasiyetlerden ötürü af kelimesinin zikredilmediği) radikal bir çözüm teklifi paketi, PKK’ya meyleden sıradan Kürtlerin “ama”sız benimseyebileceği bir barış perspektifi ortaya koymalıdır. Her şeyden evvel PKK’yı silah bırakmaya ikna etmek, ama o gerçekleşmese bile mezkûr Kürtlerin zihinlerinde hükümetin iyi niyeti konusunda en ufak bir soru işareti dahî bırakmamak için.
Barışsa barış, savaşsa savaş. Barışı kurmak istiyorsanız takip edeceğiniz yol budur. Savaş kaçınılmaz hale geldiğinde onu mümkün mertebe ‘makul’ bir çerçevede tutmak istiyorsanız, yine budur.