Her zamanki ses. Alıştığım ve beklemediğim. Üzerime alınmadığım. Duymayıp geçtiğim. “Eskiiiiiiiciiiii” Eskileri çağıran taze ses evlerin pencerelerine çarpıyor, parçalanarak geri düşüyor gibiydi. Telaşla yanından geçiyordum ki, bana fısıldadı: “Sizde hiç eski yok mu hocam?” Beni tanıyacağı da, benden eski bir şeyler soracağı da aklıma gelmezdi. Durdum. Bende nasıl bir kıyamet kopardığının farkında değil gibiydi. Aklımdan evi taradım; yeni taşınmıştık. Bir aylığına özel bir misafirhane hazırlanmıştı ailemize. Koltuk yeni. Kap kacak yeni. Halı yeni.
“Evde en eski benim!” dedim. “İşine yarar mıyım? Ne kadar ederim?” Cevap vermedi. İkimizi de adını koyamadığımız bir sessizlik susturdu. Evin en eskisi olarak geçip gittim yanından. Eskici tezgâhına yakışmayacağım belliydi. Sesi yeniden yankılandı: “Eskiiiici!…” Demek ki, kimsenin müşteri olmadığı eskilerin de bir müşterisi vardı. Elden çıkardıklarımız birisi tarafından el üstünde tutulabiliyordu. Gözümüzden düşmüş şeyler eskicinin göz bebeği olabiliyordu. Zaten atılacak hurdalar bir başkasının almaya can attığı kadar kıymetli olabiliyordu. Fazladan yer işgal eden gereksizler bir başkasının çığlık çığlığa aramasına değiyordu.
Doğruydu söylediğim. “Evin en eskisi” benim! Giderayak eskiyorum da! Gözden düşüyorum gün be gün. Yeryüzündeki yerim giderek azalıyor. Geleceğin caddelerinde yürümeye değmiyorum. İhtimal ki, elli yıl sonrasının hesaplarında yer işgal etmiyorum. Çöp kutuları bile müşteri değil bana. Benden buruşuk bir kâğıt mendil almaya hevesli değiller. Yürüdükçe, gövdem azalıyor, gölgem çoğalıyor. Beklentilerim kısalıyor, hatıralarım uzuyor. Elden düşme görüşlerim var. İsmim birkaç yıla kalmaz hurdaya çıkar. İşte tenim de kırışıyor, belim bükülüyor, adımlarım yavaşlıyor. Unvanlarım kelepirleşmek üzere: “Emekli”. “Şu yaşlı amca!” Gittiğimde kimseyi yetim ya da öksüz bile etmeyecek kadar eğreti bir varlığım olacak. Mezar taşına bakıldığında ölmüş olmasına şaşırılmayacak, üzülmeye değmeyecek bir fazlalık.
Öylesine eski olacağım ki… “Eskici tezgâhında bile yerim olmayacak. Hiçbir eskici benim için sesini yükseltmeyecek. “Eskiiiiciiii!” diye bir ses yankılandığında sokağın başında, kimse beni eskiciye verilmek üzere bile hatırlamayacak. Ne eskicilerin gözdesi olacağım ne de eskileri gözden çıkaranların yüzüne baktığı bir hurda sayılacağım. Eski bile değilim. Adım unutulmuş yeryüzünde. Bekleyenim yok hiçbir kapı ardında. Yolumu gözleyen gözler çoktan kapanmış. Özleyenlerin gözyaşına değmiyorum. Yüzü en fazla fotoğraflarda kalmış. Artık, yüzüne bakılmayan. Yüzü bakılacak olmayan. Bakılacak yüzü de kalmayan.
Bir ölüyüm ben. “Bir ölüyüm ben.” cümlesini bile söyleyecek nefesi olmayan. “Eski” değil. “Ölü” Ele gelmez. Göz doldurmaz. İşe yaramaz. Eski bile değil. Eskici için bile gereksiz. Ama.. Kimsenin gözdesi olmayan “ölü”yü baş köşeye oturtacak Biri var. Herkesin gözden çıkardığı cenazeyi ebedî gözdesi eyleyecek Biri… En yakınlarının bile yüzüne bakmaya değer görmediği cesedin yüzüne bakan Biri. En çok sevdiklerinin ve sevenlerinin bile unuttuğu ve hatta unuttuğunu da unuttuğu cesedin hatırını bilen Biri… “O diriyi ölüden çıkarır.” [En’am, 95] Bak sen, şu işe… Ebedî diri olmam için “ölü” olmam bile yetiyor O’nun için. Eskicinin bile gözünden düşen bir ölü.. Eskilerinin kapı dışarı edildiği bir eski zamanlar yaşamışı. “Ölü” ama. Kendisinden diri çıkarılacak biri. Diri edilmeye değer biri. Hem de bir daha hiç ölmeyecek bir diri. Ebedî diri. Ey “Eskici”, “Evvel”im Sensin, “Ahir”im Sen!