İran Batı’yla nükleer programı üzerine anlaşma yapmadan ve Obama döneminde Washington-Tahran aşkı tamamen su yüzüne çıkmadan önce şöyle bir denklem vardı:
İran’ın başını çektiği bir “direniş ekseni” olduğundan söz edilirdi.
Suriye’deki Baas rejimi ve Hizbullah gibi, Filistinli gruplar Hamas ve İslami Cihad da bu eksenin içinde sayılırdı.
Siyonist işgalcilere ve İsrail’in en büyük destekçisi Amerika’ya karşı mücadele edildiği anlatılırdı.
ABD’den “Büyük Şeytan” olarak bahsedilirdi.
Bu arada zaman zaman İranlı liderler “İsrail’i haritadan sileceğiz” ve benzeri sloganlar atarlardı.
İran’ı ve mezhepçi politikalarını eleştirenler “Amerikancı” olmakla suçlanırdı.
Körfez’in zengin Arap ülkeleri İran’a karşı Amerika’nın sonuna kadar yanlarında olacağına inanır ve kendilerini güvende hissederlerdi.
Sonra Afganistan ve Irak işgal edildi.
Bu işgallerde İran “Büyük Şeytan”a yardım etmişti ve İranlı yetkililer, “Biz olmasaydık başaramazdınız” diye Amerikalılara ara sıra hatırlatmada bulunuyorlardı.
Hatta Irak’ta kurulan hükümetler tamamen Washington-Tahran ortaklığının ürünüydü.
Kafalar karışmış ve ABD-İran ilişkileri üzerinde soru işaretleri çoğalmaya başlamıştı.
Suriye krizinde İran’ın rejim yanlısı bir politika benimsemesi ve Suriye halkının değil Beşşar El Esed’in yanında yer alması ise dananın kuyruğunu kopardı.
Artık maskeler düşmüştü.
“Direniş ekseni” söylemi de Filistin ve Kudüs istismarı üzerine kurulu propaganda da mızrağı çuvala sığdıramıyordu.
İran askerleri ve Tahran’ın dört bir yandan toplayıp getirdiği Şii milisler Suriye’de her türlü vahşete ve katliama imza attı.
Müslümanlar arasındaki İran algısı büyük oranda değişti.
Çoğunluk için İran deyince akla “Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm” sloganı atıp silahını Müslümanlara doğrultmak geliyordu.
Özellikle Obama döneminde ABD’nin izlediği politikalar ve Washington-Tahran yakınlaşması Körfez ülkelerinde hayal kırıklığına yol açtı.
Washington’a duyulan güven ciddi anlamda sarsıldı.
Şimdi bu algının yeniden değişip değişmeyeceği ve eski günlere dönülüp dönülemeyeceği sorusu gündemde.
Sebebi ise son günlerde Washington’dan ve Tahran’dan gelen açıklamalar.
Trump’ın yeni atadığı BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, İran’ın orta menzilli füze denemesinin “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn, İran’ın balistik füze denemesi hakkında önceki gün yaptığı açıklamada, “Bugün itibariyle İran’ı resmen uyarıyoruz” dedi.
Trump da basın mensuplarının “İran’a askeri müdahaleyi düşünüyor musunuz?” sorusuna, “Masadaki her seçeneği değerlendiriyoruz” cevabını verdi.
Bu açıklamalara karşılık İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, ülkesinin balistik füze denemelerinin Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı olmadığını savunarak, Amerikan yönetiminin olayı “siyasi istismar aracı” yaptığını söyledi.
ABD ve İran arasında gerginliğe neden olan bir diğer konu da İran vatandaşlarına getirilen Amerika’ya giriş yasağı.
Trump’ın kararını eleştiren İran Cumhurbaşkanı Ruhani, “Dünyada neler olup bittiğini öğrenmesi çok zaman alacak ve bu ABD’ye çok şeye mal olacak” dedi.
Washington-Tahran arasında tekrar başlayan karşılıklı söz düellosu arasında bir yandan da şu tartışma yapılıyor:
“ABD ve desteklediği rejimler” ve “İran ve İslamcı gruplar” şeklindeki saflaşmaya geri dönülür mü?
Benim bu soruya cevabım şöyle:
Gönlü İran’dan yana olmakla birlikte Tahran’ın Suriye politikasını savunmakta zorlananlar için bu yeni gerilim “can simidi” olacak.
O kesimden birçok kişinin gönül bağını hiçbir zaman koparmadığı eski saflarında tekrar yer aldığını görebiliriz.
Tahran ile akçeli ilişkileri ve çıkar bağları olan gruplar da yine 90’lardaki söyleme dönebilir.
Fakat büyük çoğunluk için Suriye’de yaşananları gördükten sonra eskiye dönüş söz konusu olamaz.
Macun tüpten çoktan çıktı ve bir daha o tüpe girmez.
Şu anki tabloya göre ortalık toz duman ve görünen o ki yakında çok daha farklı bir saflaşmaya şahit olacağız.
Önemli olan hiç kimsenin gazına gelmeden ülkenin ve ümmetin çıkarlarını gözetmek.
Umarım doğru noktada durmayı başarırız…