Ciddi bir yanılsamanın kurbanıyız. Özellikle ve öncelikle de gençlerimiz kurban. Başka bir bakış açısından yoksunlar. Kendilerine sunulanı biricik seçenek sanıyorlar. Maruz kaldıklarını hakikat belliyorlar.

Din’in kendisi yerine din’in bilgisini koyan bir din söylemi egemendir artık. Dinin bilgisini çoğaltanlar, yer yer pornografik öğeler taşıyan, sadece merak duygusunu tahrik eden magazin detaylarıyla görsel karartma işinde mahirleştiler. Artık görsel sektörün ‘namusu’ndan, reyting almanın ilkelerinden söz etmeye başladılar. Dinin kendisi, ustalıkla üretilen, bile isteye köpürtülen din bilgisinin altında boğuldu, gizlendi. Dinin bilgisine muhatap ola ola, dinin kendisiyle irtibatımız kesildi. Dini ihtiyaç olarak görmekten uzaklaştık. Dine muhtaç olan yanımızı inkâr eder hale geldik.

Daha anlaşılır olmak adına, bir şeyin kendisi ile bilgisi arasındaki farkı bir de su üzerinden vurgulayayım. Suyun bilgisi sınırsızdır; dileyen dilediği kadar çoğaltabilir, köpürtebilir, magazin konusu yapabilir. Ama suyun kendisi yerine geçmez suyun bilgisi. Dudağa serinlik vaad etmez su bilgisi, susuzluğu gidermez.Tek bir yudum su yerine, milyonlarca sayfa su bilgisi, binlerce saatlik su tartışmaları geçemez. İnsan susayan bir canlıdır; suya muhtaçtır. Suyun bilgisini çoğaltanlar, bu yüzden, suyun bilgisini suyun kendisi yerine koymakta başarısızlar henüz, başaramayacaklar. Suyun kendisi bir seçenek olmaktan çıkmadı henüz. Su, varsayalım ki, kasten üretilecek, bile isteye köpürtülecek su bilgisinin altında kaybolmadı, boğulmadı. Suyun bilgisine muhatap olanlar da, suyun bilgisini çoğaltanlar da susuyorlar hâlâ, suyla irtibatları kesilmedi, suyu ihtiyaç olarak görmekten uzaklaşmadılar, suya muhtaç yanlarınıinkâr edemediler. Susuz kalmak, suyun bilgisini çoğaltmakla telafi edilemiyor.Kimse suyun su oluşunu inkâr edemiyor.

‘Din’e dair kurduğum cümleleri ‘su’ için kurduğumda bir ilahiyat akademisyeninin itiraz ettiğini hatırlıyorum. Açıklamasını istedim; sağ olsun açıkladı da. Önümüzdeki suyu gösterdi; “bu gerçek…” dedi, “ama…” diye devam edecekti ki, sustu. Sanıyorum utandı. Teselli ettim. “Hepimiz bu meselede kurbanız” dedim.

Hâlâ “din” dediğimiz başlığa oryantalistlerin baktığı yerden bakıyoruz. Onlar karşı kıyıdan bakıyor, biz ise bu yakadan. Onlar “İslam’a göre…” derken, İslam’ın hakikatin bir kısmı olduğunu varsayarlar, bir varsayım sahası olarak görürler. Biz de sadece “yüce dinimiz” eklemesinde bulunuruz. İslam, gerçeğin hepsi değil; gerçek de değil, teorik bir sanallık sadece. Önceki kuşaklardan tevarüs bir bakış açısı. Kendimizi içinde bulduğumuz bir inanış. “İşin dinî tarafına gelince…” gibi hayli alışık olduğumuz açıklama usulümüz, ‘din’i ‘su’ gibi evrensel bir gerçeklik olarak görmediğimizin karinesi…

“Bak, hocam,” dediğimi hatırlıyorum, biraz öfkeyle ama daha çok acıyarak, “suyu gönderen Allah ile dini gönderen Allah, aynı Allah!” En temel ihtiyacımızı bize ‘su’ diye gönderen Yaratıcı, dinlesek de olur, dinlemesek de olur bir ‘din’i niye göndersin? Bizi mi tanımıyor olabilir mi? Ya da yanlış ‘din’ göndermiş olabilir mi?

Kedicikler din magazininden çıktı. Kendini biricik ehli sünnet sayan cübbeli din bezirganları dinin bilgisinin sulandırılmasıyla kâr ediyor, satışlar yapıyor, nüfuz elde ediyor. Ramazan öncesi önemsediğim bir toplantıya katıldım. Diyanet adına konuştuğunu özellikle vurgulayan yetkili ağız,  reyting üzerinden çalışan görsel sektörün kurallarının öncelikli olduğunu söyledi. Gerekirse, “İslam’da cinsel hayat” başlığı altında magazin yapılabilirdi; “kabir azabından kurtaracak dua… az sonra!” nev’inden numaralar caizden öte vacipti…

Diyeceğim o ki, “din” kelimesi, “borç” kökünden gelir. İnsanın kendi varlığının kendisine borç verildiği duygusuyla ve sorumluluğuyla başlar din. Geri kalanı, bu farkındalığın ve sorumluluğun icabının nasıl yerine getirebileceğine dair detaylardır. Kur’ân, tam buradan başlar, peygamberlerin insanî yolculukları bu duyguyla mayalanır. İman etmek, teslim olmak, ihsan sırrıyla yaşamak, kıyamet şuurunu kuşanmak hep çekirdek etrafında dallanır budaklanır.

Bundan başka gerçek var mı? Borçluyuz işte… Susuyor değil miyiz hâlâ?