Gayeleri Allah’a yaklaşmak olan dervişler, güzel ahlakın temsilcileridir.
Onlar Allah rızasına taliptirler. “Derviş gönül ehlidir. Allah adamıdır. Çiğnendikçe daha iyi ürün veren toprağa benzer. Sevimli ve güler yüzlüdür. Soğuk tabiatlı ve asık suratlı değildir. Herkesi anlamaya ve derdine deva almaya çalışır. Ermiş ve ergin insandır. Dervişin eli, gönlü ve bedeni boştur; elinde mal, gönlünde mal edinme arzusu bulunmaz, bedeniyle günah işlemez.” (Ahmed-i Cami s.216) dervişlik makamı insan olmanın özüdür hattı zatında.
“Sen derviş olamazsın.’’ diyen Yunus bir hak aşığıdır. “Yunus hakiki dervişliği; benlikten uzak, haram yemeyen, nefsinin isteklerinden kurtulan, gönlünde Hak’tan başkasını yok eden ve dünyayı bütünüyle terk eden tarzında yorumlar.’’
Derviş denilince akla aşk gelir.
“Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazamazsın ki!’’ Diyen Mevlana, dikkatleri aşkın inceliğine çekmiştir.
Aşkı kullanan şehvet budalaların süslü sözleri yemdir. Onların asıl gayesi eğlenip, keyif sürmektir.
Zevk avına çıkan şehvetperestler, hayvani emellerin kölesi olduklarını idrak edemeyecek kadar zavallılardır… Bir ucuyla şehvetin pazarlandığı bir çağda, cinsel odaklı yaşamı merkeze koyanlarda ne namus vardır ne de vicdan.
Zevk zindanında çürümüşlüğe aldırmayanlar insanca yaşamı terk edip, hayvani güdülere hizmet eden mahlûklardır.
“Şehvet, kralları köle yapar; sabır da köleleri kral yapar!” demiş İmamı Gazali. Zevk ve eğlencenin duyarsızlaştırdığı gençlerimize, sabrı nasıl anlatacağız diye dertleniyoruz değil mi?
Diziler, sinemalar, reklamlar aşk adı altında, zevk odaklı cinselliği cazipleştirirken, yani hastalıklı yaşamı servis ederken, gençlerimizi aile kurmaya teşvik edebilir miyiz?
Müslüman bir ülkenin medya yayın organları, İslam kültürünü ne kadar temsil ediyor sorusu, aynı zamanda şehvetin nasıl beslendiğini de ifşa etmiyor mu? Dizilerde evli kadın ve erkeğin başkasından çocuk yapması; bu aşktır diye masumlaştırılmadı mı? Ve bir zamanlar heyecanla izlenen bu sahneler, maalesef günlük yaşamın ta içine kadar girdi.
Özenti illeti bir neslin kültürünü paçavraya çevirmek üzere.
İşte tam da burada insan yaşamının, değerler haritası üzerinden kodlanmasının gerekliliği üzerinde durulmalı. “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayanız.” ( Tirmizi, Kıyamat,26) hadisi şerifi, bir kor misali içleri yakmalı ki haz döşeğinin tembelleştirdiği dünyalar, kendine gelsin
Evet, şehvet dairesi öyle zelil bir illettir ki; insanda ne edep bırakır ne hayâ. Bencil, kendini beğenmiş, sahtekâr, yalanla iş yapan, haram yiyen, hak hukuk bilmeyen zihniyetin fuhuşu meşrulaştıracak kadar gözü dönmüş olması, insani duyguların kaybına işarettir.
Aşk edebiyatıyla zinanın normalleştirilmesi, fantezi zehrinin topluma akıtılması hayvani yaşama biçimine geçiştir. Ki bu zinhar kabul edilemez! Dünyayı saran bu cerahat temizlenmediği müddetçe hedonist yaşam, birçoklarının çıkmazı haline gelecek. Uyuşturucu, kumar, alkol gibi insandan, insanlığını alan zevk ve fantezi bataklığını, ancak güzel ahlak ve değerler kapısı kurutabilir.
Zorba, kıyıcı, zalim olmak; paranın ve zevkin yani süfliliğin iktidarıdır…
Dün ezilen, mağdur edilen kadın önce anaydı. Bugün özgürlüğünü savunan kadın, reklam piyasasında cinselliğini sergileyen bir obje olarak gündemde…
Bir zamanlar dervişlerin ve tertemiz aşkların yaşadığı coğrafyayı kirletenler, köle topluluğu olmaya aday olduklarını, anlayamayacak kadar kendinden vazgeçmişlerdir.
“İnsaf et ki aşk iyi bir iştir. Fakat fena tabiat onun saffetini bozar. Sen şehvetin adını aşk koymuşsun: Hâlbuki şehvet ile aşk arasında ne uzun bir mesafe vardır.” diyor ya Mevlana, mesele o mesafeyi görebilmek.
Osmanlı da ders kitabı olarak okutulan fıkıh kitabı “Mecma ül Enhur’un yazarı” Abdurrahman bin Muhammed ilim tahsil ederken, iki odalı bir bağ evinde kalır. Karlı bir kış gecesi, geç bir saatte ders çalışırken, kapısı çalınır. Dışarıdaki ses; falanca vezirin kızıyım, yolumu kaybettim, beni misafir eder misiniz der. Tereddüt etse de genç talebe, zor durumda olan misafiri içeri buyur eder ve hemen kızı ayrı odaya alarak, kitaplarının başına geri döner.
Kız merek edip, kapı aralığından baktığında; gencin, yanan mumda sıra ile parmaklarının ara ara yaktığını görür ve buna bir mana veremez. Sabah eve gittiğinde başından geçeni babasına anlatır.
Vezir, gence teşekkür etmek için ziyaretine gider. Ve niye parmaklarını mumda yaktığını sorar. Genç delikanlı: Güzel bir kız evimdeydi ben de bekâr bir adamım. Şeytanın vesvesesine kulak asmamak için, kendimi cezalandırdım. Cehennem ateşini hatırlamak için, parmaklarımı alevlere tuttum der. Vezir bu denli nefsine hâkim olan gence, kızını verir. Damat diye anılan delikanlı evlendikten sonra da ilim tahsiline devam eder ve çok önemli bir kitaba da imza atar.
Bir dervişin, bir ilim yolcusunun ateşle kendi nefsini susturuşu; şehvete ve günümüz zevk kirliliğine mükemmel bir cevaptır.
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Ahmet Hamdi Tanpınar: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…” Kalbinize emanetsiniz…