Konuya girmeye niyetim yoktu. Ama Leyla İpekçi’nin Yeni Şafak’taki şefkat yüklü makalesi, Abdulhamit Güler’in mucerret.com’daki ironi harikası değinisi, beni aldı getirdi bu başlığın altına. Konumuz Adana Film Festivali ödül töreninde sunucu Meltem Cumbul’un yönetmen Semih Kaplanoğlu’ndan esirgediği selam… (‘Selam’ diyorum, çünkü sahnede sergilenen tavır, uzatılan eli geri çevirmekten fazlasıdır; bir insanın sahnede yok sayılması… )
Adı üzerinde ‘sunucu’dur Meltem Cumbul. Bu kadar Oscar’ımsı havada ve derin yırtmaçlı edada olmasa da, ben de yaptığım için sunuculuk raconunu az çok bilirim: Sunucu şeffaftır; elindeki mikrofonu emanet bilir, sözlerini temsil ettiği kurumun adına sarf eder. Ücret mukabili yapılan profesyonel bir iş olması hasebiyle de bir ‘namus’u vardır. Kişisel tercihleriniz, ideolojik tavırlarınız olabilir ama sunuculuğu kabul ettikten sonra, hepsini sahnenin arkasında bırakırsınız. Başından sahnede olmayı kabul ettiyseniz, sahnenin kurallarına uyarsınız. (Bakın, benim bile, onaylamadığım şeyleri sunmam teklif edildiği için baştan reddettiğim onlarca sunuculuğum var. Geçelim.)
Ben şimdi Meltem Cumbul’u, terapist alışkanlığım gereği, bir vaka olarak okuyorum. Gerçi Leyla İpekçi, sahnede kendi ailesi olduğu halde bu okumayı fazlasıyla yapmış ama ben yine de öznesi ‘insan’ olan her davranışın onaylanmasa da anlaşılmayı hak ettiğine dair bir örnek sunmak istiyorum. Şuradan başlayayım: O gece sahnedeki sadece Meltem değildi. Meltem’le sahneye çıkan, ötekileştirmeyi ve aşağılamayı ahlak sayan bir-Abdülhamit Güler’in haklı tabiriyle-“getto”ydu. Bu gettonun iç basıncı öylesine yükselmiş olmalı ki, en basit profesyonellik ilkesini bile ihlal ettirdi Meltem’e. Çok değil, birkaç saniyeliğine zevahiri kurtaracak profesyonel nezaket oyununa bile mecali yetmedi. İç sesim “Meltem de bu işin kurbanı, anla onu!” diyor. Baksanıza, “açıklama metni”ni bile bir yerden ödünç almışa benziyor garibim.
O sahnedeki diğer ilke ihlallerini saymaya gerek yok. Bunlar Meltem Cumbul’un kahramanı olmaktan çok kurbanı olduğuna inandığım sığ ve sakil, kaba ve hoyrat, iç görüsüz ve hoşgörüsüz getto tayfası için oldukça rafine ilkeler. İnsaniyetin ihlalinden endişe etmeye mahal bırakmayacak kadar aceleci ve derme çatmacılar. “Bir insanın ustalığına, başarısına hürmet etme” ilkesi ise, hayli uzakta bir yerde cılızca göz kırpıyor bu gözü dönmüşlüğe. “Sanata saygı” ise ezberlenmiş bir klişe, boş bir slogan olarak var sadece; hiç dokunmuyor artık iyice siyasallaşmış vicdanlarına. Semih Kaplanoğlu’nun “faşizm” diye nitelediği itibar suikastçılığı ve onur kıyıcılığı alışkanlığını standart bir davranış olarak benimsemiş güruha, sanıyorum, Adana’daki o sahne planına gelinceye kadar hiç ayna tutan olmamış. Sistematik nefretleriyle ve kurgulanmış öfkeleriyle hiç yüzleşme fırsatı olmamış bu kurbanların.
Leyla İpekçi’nin, üstelik en yakınına yapılmış bir kabalığı yine de merhametle okuyuşunu, içselleştirmeye ekmek su gibi ihtiyaçları var bu öfkeli azınlığın: “Selam vermek yerine sırtını dönen sunucuya bakıyorum. Semih’e arkasını dönerken onu kendi vehimlerinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak görmesine odaklanıyorum. Kendisi nasıl bir ‘olmuş’luk içinde ki, ona benzemeyen veya farklı düşünenler hep biatçı, hep lümpen, korkak, menfaatçi, hep şucu bucu… Yani kendisine benzemeyen, gayrı olan, öteki! Hep düşman!”
Değerli yönetmenimin ellerine sağlık… O sahnede, hak edilmiş, emek verilmiş, ter dökülmüş var oluşuyla bir başka ‘film’in fragmanını seyrettirdi bize. Perdesini yırttı o gizli taassubun. Üzerineışık düşürdü içten içe kokuşan derin bir habasetin. “Yaşam biçimimize müdahale edemezsiniz”cilerin, bizim yaşam biçimimize müdahale etmek şeklindeki yaşam biçimlerine sayesinde müdahale ettik. Sessizce oldu her şey. Plansız gerçekleşti.
Evet, hepimiz adına itiraf ediyorum: Son yıllarda çok ezdik sizi. Yaşam biçiminize müdahale ediyoruz artık. Yok öyle ayrımcılığı eşitlik saymacalar. Yok öyle ötekileştirmeleri nezaket sanmalar. Artık “siz”in “siz” kalmasına izin vermeyeceğiz.
“Biz selamlaşıyoruz” diyor Leyla İpekçi makalesinde. Vurgulamam gerekiyor belki; yazarın vurgusu o cümlede “biz” öznesinedir. İşte o selama özne olan “biz”de “siz” de varsınız demeye getiriyor. “Biz” bizi “siz-biz” diye ayıran “siz”i de selamın içine alıyoruz. “Siz”in “biz” dediğinize “biz” de“siz” deseydik,“siz”in yaptığınıza misilleme yapıp “siz”i dışarıda bıraksaydık, biz sizi kendimize öğretmen yapmış olurduk. Yapmayacağız işte… Yaşam biçiminize sonuna kadar karşıyız.
Sizi tersinden de olsa tekrarlamıyoruz. Bize yaptığınız kötülüğü, size yansıtmıyoruz. Kötülüğe iyilikle karşılık veriyoruz. Kötünün kötüyü çoğaltmasına izin vermiyoruz. Daha açıkçası söyleyeyim: Bizim “biz”imizin içinde Meltemlere de yer var. Leyla’nın dediğinin arkasındayız: “Bir çeşit duadır selam. Sevemediklerini affedersin, merhamet duyarsın. Benzememiz gerekmiyor, farklılıklarımızla biriz dersin.”
“Siz”e benzemeyeceğiz “biz…”