Kıymetli dostlar;
Öncelikle sizleri her zaman olduğu gibi selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum. Hepimizin bildiği gibi 6 Ekim İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun yıl dönümü. 4 yıl 10 ay 23 gün işgal altında kalan İstanbul, 97 yıl önce Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Ordu’nun İstanbul’a girmesi ile resmen işgalinden kurtulmuştur. Ancak bundan sonra sorulması gereken en önemli soru nedense en az sorulan sorulardan biri oldu. “İşgal yıllarında ve işgalden sonra İstanbul’da neler yaşandı?”
Aslında bu konu üzerine gerçekten konuşulması gereken çok fazla mesele var. Özellikle işgal yıllarında İstanbul’da yaşananları dinledikçe eminim tüyleriniz diken diken olacak. İşgal güçlerinin İstanbul’da nerelere saldırdığı, nereleri ele geçirdiği, nelere cesaret edemediği konusunu ve hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerinin bu duruma tepkisini ilerleyen günlerde kaleme alacağım inşallah. Ancak bugün meselemiz biraz daha farklı işgal yıllarından sonra İstanbul’daki bazı cami ve sarayların durumu ile alakalı bir dosya açacağız… Özellikle siyasi arenada çokça kullanılan “Ahır Olan Camiler” meselesini İstanbul özelinde bölge bölge inceleyerek ata yadigârı camilerimizin başına gelenleri konuşacağız. Sahi bu camiler sadece ahır mı oldu? Bazılarının başına öyle şeyler geldi ki, bu yaşananlar kimi zaman insana “Keşke Ahır Olsaydı” da bu günler yaşanmasaydı dedirtiyor. Yıllarca amacı dışında kullanılan camileri sarayları ziyaret edeceğiz. İlk durağımız Boğazın İncisi Aziziye Cami “O cami Konya’da değil mi? Boğazın neresinde Aziziye Camii” diyenlerinizi duyar gibiyim…
Sultan Abdülaziz’in cami arsasını CHP satmış!
Bir şehrin İslam beldesi olduğunu gösteren en önemli unsur camilerdir. Camiler şehrin Müslüman kimliğine bürünmesini sağlayan ve üzerinde yaşayanlara İslam’ın ruhunu hissettiren en önemli yapılardır. Efendimizin müjdelediği kutlu fethin ardından İstanbul’da mahalle mescidinden selatin camisine kadar bu ruhun derinden hissedildiği bir merkez haline gelmiştir. Tebaasından sultanına kadar payitahtın dört bir yanı İslam ruhunu canlı tutabilmek adına cami ve mescitlerle süslenmiştir. Özellikle Osmanlı sultanları yedi tepeli şehrin yedi tepesine de camiler yaptırarak bu ruhun kıyamete kadar şehirde diri tutulmasını sağlamayı amaçlamışlardır.
Şehrin dört bir tarafının camilerle kimlik kazandığı Osmanlı döneminde özellikle son iki yüzyılda Boğaziçi revaç kazanmış ve yapılan saraylar, yalılar, kasırlar ve konaklarla boğazın zenginliğine zenginlik katılmıştır. Beylerbeyi’ne Hamid-i Evvel Camii’ni inşa ettiren Sultan Birinci Abdülhamid Han; Dolmabahçe Sarayı’nı, Büyük Mecidiye Camii’ni, Küçüksu Kasrı’nı inşa ettirerek boğazı süsleyen Abdülmecid Han ve muhtelif paşalar, saray mensupları, hanım sultanlar Boğaziçi’ne yepyeni bir siluet, bir kimlik kazandırmışlardır.
Boğaziçi’ni çeşitli yapılarla süsleyen en önemli Osmanlı sultanı, Sultan Abdülaziz Han’dır. Onun devrinde inşa edilen ve günümüzde de hâlâ ayakta olan muazzam eserlerin yanında Abdülaziz Han, kendisi için sadaka-i cariye olacak bir cami inşa ettirmek istiyordu. Ecdadı gibi İstanbul’un hâkim bir tepesini seçerek hem İstanbul’a hem de ecdadına yakışacak, abidevî nitelikte bir eser yaptırmak istemekteydi. Kendisi bizzat araştırmalar yaptı ve Boğaz’ın en güzel manzaralı seyir teraslarından biri olan ve Dolmabahçe Sarayı arkasındaki Vişnezade Mahallesinde bulunan Bayıldım Bahçesi’ni yaptıracağı cami için uygun buldu. Burada Kanuni’nin yaptırdığı bir camiyle (Süleymaniye Camii) bazı evler vardı. Hepsini bedellerini fazla fazla ödeyerek istimlak ettirdi ve 1875 yılında Aziziye adını alacak caminin inşasını başlattı. Caminin yapımı için bütün ayrıntılar hesap edilmiş giderleri için gelir kaynakları da düşünülmüştü. Bunun için Vişnezade mahallesinden bazı binalar satın almış ve günümüzde ‘’Akaretler’’ (kira getiren) olarak anılan sıra evler bu caminin giderlerini karşılamak için yaptırılmıştı. Ancak 1876 yılında gerçekleşen hain darbe ile Sultan Abdülaziz Han şehit edilince camii inşaatında durmuştur.
Cami arsası üzerine gazino yapılmış
4 minareli olarak yapılacak ve Boğaziçi’nin en güzel mimari eserlerinden biri olacağı belirtilen cami inşaatı yarım kalınca temel için yapılan taşlar uzun zaman yerde bekledi; halk bu yüzden oraya “Taşlık” adını verdi. Taşlık, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren şahıslara kiralanmaya başlandı. Daha sonra Sultan Abdülaziz’in kendi şahsi parası ile cami yaptırmak için aldığı arsanın bir köşesine meşhur “Taşlık Gazinosu” inşa edildi. Daha sonra da buraya 1940’ların sonunda bir Şark kahvesi inşa edildi.
Üzerine gazino, kahve gibi müştemilatlar yapılan bu arazi 1935’ten itibaren birilerinin iştahını kabartmış olacak ki burada birtakım hareketlenmeler başladı. Taksim’deki Gezi Parkı’na ismini veren ve heykelini de Viyana’ya sipariş veren aynı zamanda 1968 Milli Piyango talihlisi (!) olan Cumhurbaşkanı İnönü, cami arsasından parseller satın almaya başladı. İsmet İnönü’nün Genel Kâtibi Kemal Gedeleç ve CHP’li Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile eşi de burayı adeta parsel parsel bölüşmüşlerdi.
Bu alımların hemen ardından imar faaliyeti de başlamakta gecikmedi. Köşkler peş peşe yükselirken camiye ait büyük taşlar ve mermer sütunlar kaldırıldı, hatta cami için yapılan bu temelde kullanılan taşların bir kısmı köşklerin yapımında dahi kullanıldı. Cami arsasından geriye kalan kısım ise 1948 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Belediye’ye devredildi.
Bugün bahsettiğimiz arazi üzerinde 5 yıldızlı bir otel var. Bu otelin temelleri de 1987’de atıldı. Son kalan yere de Maçka İnönü Parkı yapılarak ortasına, Gezi Parkı’na konulmak üzere Viyana’dan özel olarak sipariş edilen İsmet İnönü heykeli dikildi.
Bu mesele daha sonra TBMM de de gündeme gelmiş ve hararetli tartışmalar yaşanmıştır.
Çanakkale Şehitler Anıtı yerine İsmet İnönü anıtı yapıldı
Meclis tutanaklarına göre Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, başta İnönü olmak üzere burada ev ve apartman yaptıranlar tarafından bir park yapması ve yolun imar planlarına aykırı olarak evlerinin önünden geçmesi için sıkıştırılmış, yolun sırf bu şekilde keyfi ve teknik olarak pahalı yaptırılması kamuya 2 milyon liraya patlamıştı. Yapılacak parka 3 milyon liraya yakın istimlak parası ödemiş, Şark Kahvesi için de 300 bin lira sarf edilmişti. Toplam harcama 5 milyon 213 bin 750 lira olarak açıklanmıştı. Ayrıca şunu da belirteyim 2 Milyon liraya mal olan at üzerinde İsmet İnönü heykelinin parası bu bütçeye dâhil değildir.
(Bu dönem tam da Çanakkale’ye Şehitler Abidesi’nin yapılmak istendiği dönemdir ve. 4 milyon TL ye bitirilecek anıt için maddi imkânın olmadığı belirtilmiştir.)
Üstelik araziler de resmen devletin tüm imkânları kullanılarak, kasası boşaltılarak alınmıştı. Meclis tutanaklarında açıkça belirtildiği üzere Beşiktaş Maçka’da Bayıldım Caddesi üzerinde 7536 metrekare ve 42.368 metrekare iki arsa Hilafetin İlgası Kanunu 8. Maddesi gereği Hazine adına tescil edilmişti. Önce Maliye Bakanlığı 7536 metrekarelik kısmı Emlak ve Eytam (Yetimler) Bankasına devretti. Banka’da bu arsayı çok düşük bir bedelle Cemal Sipahi’ye (İçişleri Bakanının Eniştesi) sattı. İnönü, Gedeleç, Ağralı ve eşi de bu arsaları Sipahi’den satın alıyor ve nedense bütün alış-satışlar bu üçlü arasında geçiyor. Alım satımların gerçekleştiği yaklaşık 7 yıllık süreç içerisinde fiyatlar da pek artmıyor! Bütün bu işlemler bittikten sonra arsa fiyatlarını tut tutabilirsen. Birden 100-150 kat fiyat artışı yaşanıyor. Sizce tesadüf mü?
Velhasıl bu dönemde Sultan Abdülaziz Han’ın mirası birileri tarafından açık açık yağmalanmıştır.
Hilafet merkezi kumarhane yapıldı
Abdülhamid Han’ın bir darbe ile tahttan indirilmesinin ardından Yıldız Sarayı’nın saray teşkilâtı da dağıtıldı ve saray müthiş bir yağmaya uğradı. Bu yağma yıllarca sürdü.
Cumhuriyet’in ilânının ardından gelirini artırmak ve İstanbul’a turist getirmek isteyen İstanbul Belediyesi ile hükümet arasında aylar süren görüşmeler yapıldı ve Bakanlar Kurulu tarafından nihayet Yıldız Sarayı’nın İstanbul Belediyesi’ne verilmesi onaylandı. Türkiye Cumhuriyeti Başvekâletinin 27 Temmuz 1924 tarih ve 733 numaralı yazısıyla, Yıldız Sarayı’nın bahçesiyle buna bağlı diğer bahçelerin halkın hizmetine tahsis edilmek üzere İstanbul Şehremaneti’ne verilmesi kararlaştırıldı.
Bunun üzerine İstanbul Belediyesi, Yıldız Sarayının kiralanması için 9 maddelik kira sözleşmesi hazırlandı. 13 Ağustos 1925 tarihinde sözleşmeye son şeklini verdi. Sözleşmenin birinci maddesi şöyleydi:
“Yıldız bahçelerinde oyun, dans ve gazino gibi müesseseler vücuda getirmek ve işletmek hakkı münhasıran kendilerine ait olmak üzere en müsait şart dermeyan eden talip -tabiiyet farkı gözetilmeksizin tercih edilir.” Yani hangi milletten veya ülkeden olursa olsun, parayı çok veren ve şartları yerine getiren herkese kiralanacaktı.
Dördüncü maddesinde ise sarayın kullanımı sırasında, otel ve gazinolarında çalışacak olan memur ve hizmetkârların da Türk olması, ama genel müdürün yabancı olması şart olarak sunulmuştur.
Nihayet uzun görüşmeler ve pazarlıklardan sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın 30 sene hilâfet ve saltanat merkezi olarak devleti idare ettiği Yıldız Sarayı ve müştemilatı 8 Ağustos 1926 yılında gazino, eğlence yeri ve kumarhane yapılmak üzere Mario Serra adında bir İtalyan’a kiralandı!
Sarayda ilk kumar açılışta bizzat Belediye Başkanı tarafından oynanmıştı. İtalyan gazino ve kumarhane işletmecisi Mario Serra’nın niyeti Yıldız Sarayı’nın tamamını gazino, kumarhane, dans salonları, tenis sahası, golf kulübü ve binicilik sahalarından oluşan bir kompleks haline getirmek ve ardından da Çırağan Sarayı’nı aynı şekilde işletmeye açmaktı. Sarayın kumarhane olmasının ardından olayların ardı arkası kesilmedi kavgalar, gürültüler, silahlı saldırılar, intiharlar… Bunların hepsi büyük bir infiale neden oldu ve sonunda 12 Kasım 1938 tarihinde sözleşme mecburen feshedilmek sorunda kaldı.
İBB minarelerden mi rahatsız oluyor?
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya ve basın yayın organlarının birçoğuna yansıyan bir olay yaşandı. İBB TV’nin ardından İBB Cep Trafik’in de logosu İBB Yönetimi tarafından değiştirildi. Önce değişen logonun manası üzerinde durmak istiyorum. Logodaki Minareler, İstanbul siluetinin değişmez parçası camilerini ve şehrin tarihsel dokusunu ifade ediyor. Eyüp Sultan Hz.lerinin, Sultan Fatih’in bize emaneti olan Şehr-i İstanbul, yedi tepesinden ve bugün artık Çamlıca Tepesi ile birlikte sekizinci tepesinden de gök kubbeye Ezan seslerinin yükseldiği minarelerle hafızalara kazınmıştır. Logonun en belirgin özelliği işte bu minarelerdir. Bunun yanında minarelerin altındaki 7 tane üçgen, şehrin 7 tepe üzerine kurulu olduğunu ve alttaki üstü sur olan iki parça ise şehrin iki yaka üzerine kurulu olduğunu ve geçmişten beri sağlam surlarla korunduğunu ifade ediyor.
İşte ortaya koyulan tepkilerin kaynağını da burası oluşturuyor. Asıl mesele logonun değiştirilip değiştirilmemesine değil, logodaki mananın ortadan kaldırılmak istenmesine verilen tepkiden ibaretti. Özellikle eski logonun manasını bilenler tarafından İBB yönetimine en çok sorulan soru “Logodaki cami minarelerinden mi rahatsız oldunuz?” sorusuydu…
Bu değişiklik İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kasıtlı olarak yapılmadıysa çok yanlış bir karar aldı.
Selam ve dua ile…