Barcelona’da geçen hikayede, Javier Bardem, Uxbal adında kanuna aykırı işleri yüzünden başı polisle derde giren bir adamı canlandırıyor. Biutiful, zorunlu olarak yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışan sorunlu ama sadık ve duyarlı bir babanın hikayesi. Bu filmde, baba olmayı, sevgiyi, ruhsallığı, suçu, pişmanlığı ve ölümlülüğü, Barcelona’nın tehlikeli yer altı dünyasında dengelemeye çalışan Uxbal’ın hikayesini izliyorsunuz.. Parasını kazanmak için hiçbir kural tanımıyor, çocukları için yaptığı fedakarlıklarda ise hiçbir sınır tanımıyor. Aynen hayatın kendisi gibi bu hikaye de başladığı yerde bitiyor.

Bu, filmin konusuna dair bir özet. Ama daha derinlere indiğinizde güncelliğini hiç yitirmeyen, hatta bugünlerde en yoğun tartışılan sığınmacıların dramlarına farklı bir hikaye üzerinden etkili, çarpıcı bir bakış.

Filmin kahramanı Uxbal, yasadışı yollarla İspanya’ya getirilen yada göç eden Afrikalı ve Çinlilere yasadışı işler yapmaları için bağlantılar kuruyor. Siyahilere sokaklarda mal sattırabilmek için polislere rüşvet veriyor. Çinli ucuz işçileri, inşaatlarda çalışmaları için pazarlıyor. Uxbal tüm bunları çocuklarının geleceği için yapsa da içten içe büyük vicdan azabı yaşamaktadır. Ancak kanser hastasıdır ve zamanı çok azdır. Çocuklarının annesi de psikolojik olarak sorunlu ve yetersizdir. O yüzden evlatlarının geleceği için olabildiğince para biriktirmek zorundadır.

Kaçak Çinliler bir deponun içinde insalık dışı ortamda yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Ve bir gün Uxbal’in aldığı ucuz ısıtıcıların gaz sızdırması sonucu hepsi deponun içinde ölür. Ardından sokak satıcısı siyahi Afrikalılar uyuşturucu satarken yakalanır ve sınırdışı edilirler. Bu durumun Uxbal’in tüm planlarını altüst etmesi bir yana, vicdan azabının daha da artmasına ve kendisini içten içe kemirmesine neden olur.

Filmin senaristi ve yönetmeni Alejandro Gonzales Inarritu’nin dünya sinemasında çok özel bir yeri var. Özellikle doğu ve batı arasında süre gelen çatışmayı ve adaletsizliği çok çarpıcı bir biçimde beyazperdeye yansıtması ile tanınıyor. Aslında medeniyet ve uygarlığın sadece bir şekilden ibaret olduğunu, insanlığa dair tüm birikim ve değerlerin batıl diye ötekileştirilen doğu medeniyetlerinde varolduğunu anlatıyor filmlerinde.

Şimdi daha daha trajik insan hikayelerini Suriyeli muhacirler yaşıyor. Ülkemizin ağırlıkta ege sahillerinden kaçak yollar ile Avrupa’ya gitmeye çalışırken hayatını kaybeden insan sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Çoğu çocuk ve kadın. Ve kendisini uygar diye nitelendiren, medeniyet ve mükemmelliğin merkezi hatta ta kendisi olduklarını iddia eden batı,tarihte görülmemiş kelle pazarlıkları yapıyor. Bu çaresiz insanları getto kamplarında insanlık dışı muameleye tabi tutuyor. Bir çoğunu ege ve Akdeniz sularında diri diri denizin dibine gömüyor.

Şimdi den muhacirlere ilişkin belgeseller çekilmeye başlandı. Amerikan sinema endüstrisinin önemli yapımcılarının iştahı hayli kabarmış durumda. Göreceksiniz çok pahalı prodiksiyonlarla muhacir hikayeleri anlatılacak. Hatta mutlaka bir tanesine oscar verilecek. Kendi yarattıkları vahşetin korkunç yüzünü, fevkalede romantik senaryolar ile, bakın nasıl da duyarlıyız edasıyla bir güzel yutturacaklar.