Türkiye-Çek Cumhuriyeti maçı öncesi, son yazımızda ne demiştik? Bizim Avrupa futboluna karşı eksiklerimiz özgüven, cesaret ve inanç; bu üç sendromdan kurtulduğumuzda rakiplerle şartlar eşitlenmiş oluyor. Geriye kalan doğru kadro seçimi, doğru taktik anlayışı, futbola elverişli yeşil bir zemin, meşin yuvarlak ve en önemlisi onlar gibi düşünerek oynamak kalıyordu. Öyle de oldu.

Çekler maça başlarken sert futbolun sinyalini vermişlerdi. Özellikle de Burak’ın 10’uncu dakikada attığı golden sonra tamamen oyun sertleşince Fatih Hoca’dan takımımıza bir komutan edasıyla müdahale geldi, “Siz de sert olun ve onları siz sindirin…” Yani kısasa kısas. İşte bizim de söylemek istediğimiz şeyler tam da bunlardı. Özgüven, cesaret, inanç… Bununla beraber oyun içinde genç ayaklar usta ayaklara eksiksiz eşlik edince ve akıl da zekayla birleşince, bir de tribünlerde ay-yıldızlı takımını ve o takımın hocasını, kaptanını elleri patlayıncaya kadar alkışlayarak, sesleri kısılıncaya kadar tezahüratlarla motive eden temiz kalpli yürekler olunca, ortaya tadından yenmez bir coşku çıktı.

Bir takımı, oyuncularını veya teknik adamı alınan kötü sonuçlardan sonra eleştirmek veya suçlamak çok çok kolay olsa gerek. Ben bunun tersini yapacağım, Fatih Terim’i suçlamak veya eleştirmekten ziyade sevgili hocama ince bir soru sormaktır amacım. Ha bu arada yazıp yazmamak arasında da çok gittim geldim. Hele Çek maçı galibiyeti sonrası yazmak daha da zor hale geldi. Ne alaka diyeniniz de olacaktır, fanatizm tarafını tutmuş diyeniniz de… Böyle bir galibiyetten sonra böyle bir soruyu gündemine almanın âlemi nedir diye tepkiniz de olabilir. Kimin ne düşüneceği, olaya hangi algıyla bakacağı beni çok da enterese etmiyor çünkü bu bir baba mevzuu olduğu için danıştığım vicdani muhasebem yazmamı emrediyor bana.

Bugüne kadarki olan yazılarımda Sayın Terim’i haklı olarak destekleyen üslup içinde oldum. İspanya maçı sonrası eleştirilerin tavan yaptığı ortamda özellikle sosyal medya üzerinden hocamızın şahsına, aile bütünlüğüne sözlü saldırılar oldu, yapanları esefle kınıyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız da konu hakkında basın yoluyla bir baba olarak tavrını çok net şekilde ortaya koymuştu. Hocamızın da Çek Cumhuriyeti maçından önce düzenlenen basın toplantısında doğal olarak çok üzgün bir şekilde milli takımın başında olmakla aileme haksızlık mı ediyorum acaba diye düşünmeye başladım dediğini birçoğunuz hatırlıyorsunuzdur sanırım. İşte hocamın bu açıklamaları bende bu soruyu sorma zorunluluğu uyandırdı.

Futbolumuzun imparatoru dediğimiz ve vicdani konuda hiçbir şüphemizin olmadığı hocamıza sormak istediğim; tıpkı sizin gibi milli görev için geldiği TT Arena’da benzer konuda, hem de üç aylık bebeğinden dolayı maruz kaldığı tacizde o stadı terk ederken Volkan Demirel de sizin gibi bir baba değil miydi? Takındığı bu tavrından dolayı tüm Volkan Demirel düşmanlığının önüne yem olarak bırakılırken milli takımın hocası kimliğinizle değil de bir baba olarak onu sahiplenemez miydiniz? Son kez görmüş olacağı bu şampiyonaya dahil ederek “Volkan’ı milli takıma alırlarsa milli takımı konuşmam yazmam” diyen köhnemiş beyinlerin bu sözlerini ağızlarına tıkamak suretiyle tek otoritenin sizde olduğunu bir kez daha suratlarına çarpamaz mıydınız? Yok yok elbette ki yapardınız, her şey sizin elinizdeydi hocam ve bu çocuk şu an takımınızda bulunan birçok oyucunuzdan en az on kat daha fazla hak ediyordu orada olmayı. Ama kenarda, yanınızda ama tribünde, ya da kamp yapılan otelde hocam… Amma velakin orada olmalıydı diyor benim vicdanım.

Son bir not: Ozan Tufan’ın saçlarını konu eden, diğer takım arkadaşlarını acımasızca eleştiren, milli takım başarısız olsun diye dört gözle bekleyen edepsizlere Ozan Tufan ve takım arkadaşlarından selam var, aldılar mı acaba?