Mirzabeyoğlu’nun “Hukuk ahlâkın pıhtılaşmış halidir” dediği gibi…
Batının ilmini alalım, kültürünü almayalım mı?
Ama “suretler olmadan manalar ortaya çıkmaz” şeklinde bir ölçümüz var bizim.
İlim görünenin yani aldığımız o şeyin arkasında onu ortaya çıkartan sebeptir.
Mirzabeyoğlu’nun “Hukuk ahlâkın pıhtılaşmış halidir” dediği gibi.
Şimdi; ‘Evleri balkonsuz yapan mimarları alnından öpmeye giden’ şairlerimiz var da evleri balkonsuz yapan mimarlarımız neden yok?
Vardır elbet…
Ve fakat evleri balkonsuz yapan mimarlarımız neden TOKİ’de çalışamıyor, Başbakanlık Toplu Konut İdaresi’ne proje çizemiyorlar?
TOKİ’nin böyle bir derdi oldu mu acaba?
Yaşadığı toplumun tarihi ve kültürel dokusuna uygun bir mimari tarzı oluşturabilme, uygulayabilme endişesi taşıdı mı?
Mesela neden ürettiği konutlarda kıble hassasiyetine göre planlama yapmaz?
Mesela ürettiği konutlarda yaşayacak yaşlıları göz önüne alarak neden banyolara abdest almak için bide koymayı akıl etmez?
Mimarimiz, şiirimizin yani Sezai Karakoç hassasiyetinin fersah fersah gerisinden geliyor?
Bu topraklardaki her sanat ehlinin, resimde, sinemada, tiyatroda, müzikte, edebiyatta ve dahi heykelde, meseleye bu seviyeden bakması gerekmez mi?
Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde sinema için kaydettiği şu ifadeleri siz bütün sanatlara irca ederek okuyun lütfen;
“Dâvânın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bu günkü örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.”
Ne yazık bugüne kadar Üstad’ın bahsettiği bir ihya veyahut imha hareketi gerçekleştirilemedi.
Bu sebepledir ki sanatın toplum üzerindeki imha hareketi devam etmektedir.
Bu imha hareketinin ne olduğunu ve nasıl olduğunu idrak bile edememişiz henüz.
Bakın şimdi; bize yakın diye izlediğimiz televizyon kanallarında haberler, tartışma, açık oturum programları dışında bize ait hiçbir şey yok!
Mesela bir reklam arası verildiğinde müspet programlar ile elde edilen fayda hemen zayi olup gidiyor.
Neden mi?
Çünkü reklamlarla birlikte başka bir dünyanın ve başka bir kültürün, şuuraltımıza açık veya gizli saldırılarına maruz kalıyoruz.
Ev yahut araba yahut herhangi bir ürün tanıtımında kadın imajından faydalanma taktiğinden bir türlü vazgeçilemedi.
Kendi inancımızın, kendi kültürümüzün, kendi değerlerimizin reklam çekimlerini yapamıyoruz.
Görüntülere çekirdek aile hâkim, bayram için şeker satmayı hedefleyen ya da Ramazan soframıza göz diken ürünlerin haricinde hiçbir reklam filminde ne anneanne ne babaanne görmek mümkün.
Anne, baba ve iki çocuk; hiç yaşlanmayacak hatta hiç ölmeyecek gibi…
Başka başka dünyalardan, başka başka reklam yazarlarının, başka başka reklam senaryolarının, ithal reklam filmi çekimlerinin kölesi olmaya devam ediyorsak hala, birileri henüz Dolarlarını bozdurmaya niyetli gibi görünmüyor demek değil midir bu?
Yüzde yüz yerli ürünlerin reklam ve tanıtımları bile yüzde yüz yabancı dil ve yabancı tekniklerle gerçekleştiriliyorsa burada sadece teknik ve ekonomik yetersizlikten bahsetmek meseleyi anlamaya yetmeyecektir.
Meselenin sırrı en başta söylediğim gibi, Sezai Karakoç’un şiirde ortaya koyduğu hassasiyeti bütün alanlara, mevzilere ve sahalara yayabilmenin hal ve çaresini bulabilmekte saklı.
Vesselam…