Sobanın üzerinde portakal kabuğu hatırlar mısınız?

Gelin benimle…

Çok değil, otuz sene önce sobaların üzerine mandalina, portakal, limon kabukları konur, ‘oda kokusu’ elde edilirdi.

Bu doğal “lavanta” kokusu ile gece yatarken tavana vuran soba ateşinin hareketlerini izleyip hayaller kurulurdu.

Bugünkü zamanlardan önceydi.

Kış aylarında sokaklara çöken yağmurlu ve gri günlerde tüten bacalar, sıcacık yuvaları temsil ederken, köşe başlarında varilden yükselen duman ‘evsizliği ve kimsesizliği’ anlatırdı.

Evlerin pencerelerindeki camlar sıcak soba alevi ile buharlaşırken, sokaktakilerin ise yüreği soğurdu.

Sobalar aslında sadece odaları değil, yürekleri de ısıtırdı.

Zaman ilerledi, teknoloji önüne katarak silip süpürdüğü birçok güzelliğin ve derinliğin arasında üstüne çamaşır asılan ve sabun kokan o odalardaki sobaları da ardiyeye attı.

İnsanlardaki samimiyet, masumiyet ve sıcaklık da kayboldu belki.

Soba yanmayan evlerdeki insanlar sohbetin koyu tadını, başka insanların mutsuzluğunu derinden anlayamıyor. Soluk, sisli sabahlarda birbirimizden hep uzağız şimdilerde!

Geceler ve sabahlar öylesine samimiyetsiz ki… Sanki bulutlar eskiden ıslak kiremitlere daha yakın dururdu. Yağmur yine çiseliyor ama radyolarda naklen yayınlanan futbol maçlarına itibar edenler kalmadı.

Kimse “Gazeteler ne yazmış” merakıyla, ‘yarın olsun’ diye beklemiyor.

Sedirin karşısındaki duvar boyunca kurulmuş olan sobanın siperliğine geçmişte asılan yün çoraplar artık nemli duruyor. Modern dünya daha kurutamamışken bir çift yün çorabı, insanları nasıl ısıtsın ki? Herkesin yüreği hırs ve rekabet içinde katılaşmış, hepimiz yalnızca kendimizi düşünüyoruz.

Oysa insan yüreği bir soba gibidir, sıcaklık ve enerji üretir. Başkalarını suçladıkça, dedikodu yaparak haklarında konuştukça, onları karaladıkça yüreği soğur insanın, etrafına ‘sıcaklık’ yayan enerjisi kaybolur gibi gelir bana.

Eskiden soba üstünde kestane pişiren, kapaklı tavada mısır patlatanların çocukları, ellerindeki cipslerle muhabbetlerini kaybettiler. Babaannelerin soyduğu nar tanesi dolu tabaklar kaybolunca, dakikaların da ruhu kalmadı; zayi bir telaş ve koşturmaca içinde geçiyor ‘ömür’ dedikleri.

Sobanın yandığı ve tüm aile bireylerinin bir arada oturduğu odadan ayrılıp üst kattaki yatak odalarına çıkınca, çocukça mutlulukla yatağa atlayınca buz gibi çarşaf ve yorganların elektrik çarpmasıyla titreye titreye uykuya teslim olunurdu.

Ne oldu ki sonra, ısıtılmış odalar ve ılık çarşaflar varken; uykular kaçtı?

Soğuk Kars gecesinde gürül gürül bir soba yanıyorsa, evdekilerin keyfi de öyle gürül gürül demekti. Soba yanmak demekti, soba fakirlikti. Fakirlik ise az ile yetinmekti. Yetindiğin az da ‘mutluluk’ demekti aslında.

Eskiden değersiz olan her şey soba tutuşturmak için kullanılırdı.

Bu çağ, bu hız ile gelişirken; değersiz olan her şeyi yakıp kül eden sobayı bile tüketti.

Bu iştah karşısında hep birlikte -duygu planında- yok oluyoruz aslında!