Bizden önce kurgulamış, biz yokken seçilmiş, bizden habersiz tamamlanmış görüntüler düşüyor önümüze. Durup bakıyoruz. Telefonda, tablette, bilgisayarda. “Orada değildik ki zaten!” diyor içimizdeki aklayıcı ses. “Biz seyretsek de seyretmesek de, üzerinde dursak da durmasak da, olan olmuş bir kere…” Görüntüye düşmüş dehşetin, paketlenmiş günahın, kurgulanmış ahlaksızlığın bize bulaşmayacağını sanıyoruz. Kenarda, kıyıda durduğumuza ikna ediyoruz kendimizi. Video bitince, üzerimize bir şey sıçramadan çekip gittiğimizi düşünüyoruz.

Yok; öyle değil. En azından artık öyle değil.

“Öyle değil!” kısmını açıklayalım önce. Seyretmek, seyirci kalmaktan fazlasıdır. Orada olmaktır seyretmek. O an’ı ve o mekânı, özel ve özge varlığını, var oluşun en rafine eseri şuurunu seyrettiğine adar seyirci. Seyreden, seyrettiğini tercih ederken, başka seyredilecekleri terk eder. Başı üzerindeki göğün ışığını, ayağı altındaki yerin imkânlarını seyrettiği uğruna harcar. Bakışını ve dikkatini, nefesini ve göz nurunu seyrettiği uğruna harcamaya değer gördüğünü beyan eder. Ömrünün sonundan düşülecek olduğuna göre, “ömrünün son dakikası” sayılacak olanı seyrettiğine harcar. Önemli ve hayatî bir karardır seyretmek. Seyretmek, sıradan bir iş değil, bir nötrlük değil, bir kasıttır, bir emektir; taraf olmaktır.

“Artık öyle değil!” kısmını da, teknik detaya girerek anlatayım.

Artık, durup bakmalarımız, şöyle bir seyretmelerimiz de işin içindedir. Çünkü ölçülüyor bakışlarımız; kayda giriyor, envanterlerin konusu yapılıyor, küresel tercihlerin ipuçları olarak okunuyor, görüntü üretim tezgâhlarını yönlendiriyor. Her seyredişimiz, seyrettiğimiz görüntünün altına numara olarak düşüyor. Meselâ, bizden önce 11 bin 456 kere seyredilmiş bir vahşet görüntüsünü bir kere seyrettiysek, hemen altına, imzamızı atıyoruz. 11.457nci imza oluyoruz. Onaylıyoruz görüntüyü üretenleri. “İyi ki yaptın!” diyoruz tercihimizle. “Bir daha yapsana!” diye teşvik ediyoruz. “Yaptığın ahlaksızlığa müşteriyim!” demeye geliyor seyredişimiz. Bizden önceki 11.456 kişinin çoğu da, muhtemel ki, “Ben işin içinde değilim!” diyenlerden oluşuyor. Farkında değiller; onlar seyrederek orada olduğu için bizi de 11 457nci olmaya ikna ettiler. Farkında değiliz: biz de videoyu kapattığımızda 11.458inci ve diğerlerini çağırıyoruz. “Ben de oradaydım!” diyoruz, “siz de gelin!” diyoruz.

Ana ilkeyi unutmayalım. Seyircisi olmayan görüntü, youtube’da vs. var kalamaz. Seyircisi olamayacak görüntü zaten gün yüzüne hiç çıkamaz. Onay merciiyiz artık. Nazarımız pazardadır; tezgâhtadır. Baktığımız şeyler, biz baktığımız için, biz bakacağımız için, sözüm ona önemlidir, değerlidir, doğrudur. Gözlerimizden kuruluyor sanal dünyanın gerçeği…

Haberim yoktu; haberimin olmasını da istemezdim. Bir gizli kamera olayı almış başını gitmiş. Ayıp! Kelimenin anlamının yetişemeyeceği kadar ayıp! Ayıbın kendisini başlatandan bahsetmiyorum. O ayıbı, ayıplama bahanesiyle daha da çoğaltanların yaptığına dikkat çekiyorum. Suçumuz tam da bu! Seyredilsin diye var edilen bir şeyi, seyrederek ve seyrettirerek daha da var kılmak! İşte, “ayıp” kelimesini de utandıran asıl ayıp bu… Ayıbı görünür kılmak, ayıbın kendisinden daha ayıptır. Kitleseldir, bulaşıcıdır, geometrik hızla çoğalır. Üstelik, yeni ayıplara cesaretlendirir. Kanıksamaya yol açar, yaygınlaştırarak normalleştirir ayıbı. Ayıbı ayıp bilmeme ayıbını armağan eder bize. Tekrar edeyim. Seyrederek, seyrettiğimize katılıyoruz, katkıda bulunuyoruz. Suç ortağıyız. Azmettiriciyiz.

Susmak diye bir şey vardı değil mi? Hani erdem diye övülen. Altın diye bilinen sükût. Dilini çekmek oradan buradan. Bu sükût erdemi, aslında göze ve kulağı da oradan buradan çekmeyi içeriyor gibi geliyor bana. Kusur örtmek hani… Gece gibi olmak yani… Çok sevdiğimizi söylediğimiz, seve seve sözlerini ciddiye alma sorumluluğunu üzerinden attığımızı sandığımız Mevlâna diyordu ya…

“Ayıbı örtmede gece gibi olun!” Belki o zaman sahiden ve sahih “yıldız”larımız olur… Hı?