“İnsan rüyalarına inanmalı, rüyalarına dikkat kesilmeli, hayallerini sahiplenmeli, daha çok savunmalı, ömrünü hayallerine feda etmelidir.

Her ülkü, her ulvi dava, hayalleri peşi sıra yürüyenlerce gerçekleştirilmiş değil midir? Haydi, düşün peşime!”

Çayından son yudumunu aldı. Elini cebine attı, tuttular: “Paranın lafı mı olur?” Gülümsedi; aynaya bakıyormuşum, ben gülümsüyormuşum gibi…

Her şey o andan sonra başladı. Yine uykudaymışım, yine rüya görüyormuşum ve yine o köprünün üstündeymişim hissi…

Bu kimsesizlik ve yalnızlık his beni hep korkutur. Sandalyenin ucunu sıkarak acıyı duymaya çalıştım, olmadı.

Beni görmediğini zannederek yanıldığımı göstermek için olmalı, çıkarkenelini omzuma koydu. Heyecanla kalktım. Gözlerinin içinde sonsuz bir derinlik parlıyor, konuşurken ıtri kokular saçıyordu çevresine.

Dudaklarını kıpırdatmadan sade bir tebessümle, gözlerindenkalbime şu nur damlalarını gönderdi: “Bu dünyanın bir sonu var ve bütün çabalar nasıl olsa Allah’a çıkacak. İstesen de istemesen de, bilsen de bilmesen de Allah’a çıkacak. Aklına fazla güvenme. Bil ki o da son merhalede Allah’a teslim olacak. Aklın Allah’ın kader sırrına hâkim olabileceğini düşünmek akıl kârı değildir.

Bu sebeple olacak olana razı ol, oldurana teslim ol!

Kapıya doğru yürüdü. Hayır, kapı mı ona yürüdü?

Peşinden ben de çıktım. Bir taksi çevirdiler. Binerken yine gülümseyen gözlerle bana baktı ve gitti.

Bir taksi de ben çevirdim.

Kendime bir sahil kasabasında bir çay bahçesinde, çay ve sigara eşliğinde, dalgaların kayaları dövüşünü seyrederken yakalandım.

Dilime, nereden kimden takıldı bu dizeler:

“Kumusun denizlerin, erir gidersin,

Kimi zaman ömrünü döve döve dalgalar,

Bağrında uğultular derinleştirir,

Gün olur; sislenir gecelerin,

Doldurur yüreğini gizlice; şarkılar, gözyaşları, sevinçler, haykırışlar,

Harelenir gidersin.”

Rüzgar, masanın örtüsüyle sevgilisinin etekleriyle oynar gibi şakalaşıyordu.

Ufuk çizgisinin üstünde, yerle gök arasında O’nu gördüm. Güneşi arkasına almış, uzun saçları altın sarısı… Elinde kapağı kahverengi bir kitap vardı. Üzerindeki resim parlıyordu. Sakallı bir resimdi, ne kadar mütebessimdi? Okumayı bırakıp başını kaldırdı. Göz göze geldik. Bir kedinin sahibinin ayaklarının dibine sessizce süzülüşü gibi yaklaştım.

Tam içimdeki o büyük fırtınadan, işte böyle savrulmalardan, tutunamamaktan, sebepsiz efkârdan, hafakanlarımdan bahsedecektim; gözleri uzak ufuklarda, dalgalarla konuşuyor, konuşmuyor nasihat ediyor, elleriyle görünmeyen tefte ritim tutuyor gibi neva kar makamında başladı:

“Hayat sadece bir andır… Zaman bu an için döner, ömür bu an için geçer… Bu anın çevresinde olur ne olacaksa…

Hayatını hiç yaşanmamış şeyler üzerine kur. Hiç duyulmamış; ağaçların ıslıklarından ve gece uğultularından mürekkep türkülerin rüzgarına takıl.

Ömrünün şiiri, o büyük ve beklenen ıstıraba, ölüm emrine yakılmış bir ağıt gibi düşsünsavaş alanlarına…

Menziline korkulu ve esrarlı yollar marifetiyle ulaş.

Bilinmeyen içine dolsun…

Savaş, öldür ve ölmeden önce öl!..”