Yirmili yaşlarındaysan, tedirgin bakarsın hayata. Ayağının altında cam kırıkları varmış gibi yürürsün. Yeni yuva kurmuşsan bir de. Yuva kurduğun ülken de yıkılmışsa, üstüne üstlük. Zangır zangır titrer için. Yüreğin zelzele yeridir. Bin düşüp bir kalkarsın nefes aldıkça. Akşam sabaha erişmez bir türlü. Sabahlar bir şey vaat etmez olur. Körelir güneşin gözleri bile. Bir de yeni canlar çağırmışsan gaipten; ‘ınga’ları iyice yalnızlaştırmışsa seni dünyaya. Anneysen yani; hem de çifte anne! Kucağındakine anne, karnındakine de anneysen. Yavruna vaat edecek çok az şeyin olduğunu göz göre göre kabullenmişsen… Kanlı zalimin zulmünden kaçarken, geride bırakmışsan sevdiklerini. Yüreğinden parçalar dökerek geçmişsen kanlı hicret yolunu. Köyünü özlemişsen bir de… Horozunun sesine bile hasretsen… Köpeğinin hırıltısına bile…
Sığınmacıya çıkmışsa adın. Çaresizliğinden ötürü, ucuza satın alınabilir sanılıyorsan. İtibarın ve menkıben bir mülteci çadırının gölgesinde sıfırlanmışsa… “Tükendim” bile diyemeyecek kadar tükenmişsen… Kırık dökük parçalarını toplayıp da ayağa kalkmaya çalışıyorsan… Kardeş bilmişken uzak diyarın insanlarını yine de, şefkat ummuşken yeni tanıştıklarından, o kardeş bildiklerin, bir gece yarısı zorla alıp utanç verici tezgahın sıradan malzemesi seçmişse seni. “İyi ama niye?” diye soran gözlerine hayvanca-hayvanlardan özür diliyorum; onların hiçbirinin aklına gelmez bu vahşet!- “tecavüz edilip öldürülecek” ucuzluğuna mahkûm edildiğini görmüşsen. Titreyen kollarını, çılgınca yalvaran sesini gecenin uğultusunda yitirmişsen, şehrin vurdumduymazlığına kaptırmışsan… Gözlerinin önünde boğulan evladının acısını bile yaşamana izin verilmemişse…
Tamam; bu kadar yeter! Onu anlatmak için seçtiğim sıfatların canı yanmasın diye susuyorum. İki gecedir Emani’nin yerine koyuyorum kendimi. Anamı koyuyorum yerine. Kızımı koyuyorum ki kızım yaşındadır ihtimal. Uzaktan tanıdığım, sadece yüzünü bildiğim, “herhangi biri”ni koyuyorum, belki acım hafifler diye. Yine de olmuyor; kimseye, hiç kimseye böyle bir senaryo yazamıyorsun. Hayalen bile. Ama Emani’ninki gerçek. Maalesef gerçek… Yenilip yutulması imkânsız bir gerçek… Hepimizin kızı o… Her birimizin namusu Emani’nin namusu. Suçlular ise “biz”den. Hâlâ “biz” sayıyorlar kendilerini. Belki “iyi hâl” hesabına yattılar şimdiden. Savunma hakları bile var; ortaklaşa razı olduğumuz kanunlar böyle emrediyor. Kısasın zulüm sanıldığı, idamın gereksiz görüldüğü bir ülkenin vatandaşı onlar. Yargılamadan öldürseler de, yargılanırlarsa öldürülmeyecekleri güvencesiyle küstahlaşıyorlar. Aynı vatanın vatandaşıyız onlara; âh! Suç ortağıyız.
Dün toprağa verildi ‘kızımız” ve ‘iki’ evladı. İki tabut olmalı görüntülerde. Biri küçücük… Biri az büyük; onda da iki cenaze var. Anne karnı mezar olmuş cenine. Dünyaya doğmadan ahirete doğmuş o da.! Tabuta koymaya utanacağımız kadar küçücük…
Şimdi o cenazeleri örten toprağa acıyorum; delirdim mi ne! Toprak olacaksın da, kısmetine mezar olmak düşecek, başı ezilerek öldürülmüş bir genç kadına döşeklik yapmak yazılacak
kaderine, daha doğmadan öldürülmüş bir cenini de kucaklayacaksın sessizce, anasının gözleri önünde boğulmuş on aylık ümit topağını da sarıp sarmalayacaksın…
İyi ki toprak var. İyi ki toprak olmak var! Yoksa nereye koyacaktık insanlığımızın cenazesini? Nasıl saklayacaktık merhametimizin cesedini…
“Yâ leytenî kuntu turabâ…”