Savaş cephesinde, kurşunlar altında, o siperden bu sipere koşarken, Fatiha’nın ‘iyyâke n’abudû’sünün ‘nûn’undan kalbimize ebedî inciler dolduran incelikler adamını, ezberini tekrar etmekle meşgul, cazgırlıkla nâm yapmış ucuzcular anlayamaz. “Dili çok ağır!” diyerek arkalarını dönerler sadece.
Esaretin en koyusunda, gurbetin en uzağında, görünüşte ümitler bitmişken, zahiren kurtuluş kapıları kapanmışken, Kosturma’da Volga Nehri’yle geceler boyu sessizce dertleşen, kalbini bir nehrin yatağına koyup akıtacak kadar varlıkla hemhal olan umut adamını, işler sarpa sarınca şaşıran, imkânlar tükenmiş gibi olunca dudakları kilitlenen iddiacılar anlayamaz. Çamur atmakla temize çekerler kendilerini.
Eskişehir Hapishanesi’nin camları kasten kırılmış tek kişilik hücresinde, hasta halinde, zemheri soğuğunda ölüme terk edilmişken, amansız ağrıları unuta unuta esma-i hüsna’nın âzamlarına dair diri duru tefekkür damarını kalplerimize bağlayan, “Hasbunallahu ve ni’mel Vekil” ayetindeki müjdeleri bahar çiçekleri gibi heceleyen sabır adamını, imanı babalarından ödünç almış, inandığının bedelini ödememiş taklit adamları, slogan kahramanları anlayamaz. Küstahça hain ilan etmekle geçinirler.
“Ankara’da en kara bir halet gördüm” dediği gün, ‘sus payı’ diye teklif edilen ikbali elinin tersiyle iterek, yakılıp yıkılmış Van Kalesi’nin eteğinde, “yeni şeyler söylemek lazım cancağazım” diye kıvranan, Erek Dağ’ının koyaklarından bugünün şaşkınlarına ve mahzunlarına, ümit yetimlerine ve hakikat öksüzlerine deli deli seslenen fikir adamını, değil yarını bugünü bile doğru dürüst okuyamayan şabloncular anlayamaz. “Eserlerinde şirk varmış!” avuntusuyla oyalanırlar.
Denizli Hapishanesi’nin duvarlarına baka baka, kabir hayatının en tatlı meyvelerini dile döken, berzahın sırrına dair güzellikleri keşfeden, Meyve Risalesi’yle dört duvar arasında yaşadığı şartların kışından pırıl pırıl meyveler çıkaran şefkat adamını, kabir hayatına dair fantezilerini Allah’a ve meleklerine iftira edercesine, reyting uğruna sulandırdıkça sulandıran sahne düşkünleri anlayamaz. Çileyi sadece ip yumağı sanmaya devam ederler.
İnsanı acılarından başlayarak okuyan, kalbin feryatlarını duyarak ayetlerin anlam zirvesine yürüyen, ruhun vaveylalarını teskin etmek için vahyin pınarına dudağını koyan, insanın saklı sancılarından, gizli âh’larından başlayarak imanı yenileyen, mahcupları düştüğü yerden kaldırmak için sözlerini ‘her nefis kendini sever’ temelinden başlatan zarafet adamını, şablonları tekrarlayan, polemiğin değirmenine su akıtmayı marifet sayan yüreksizler anlayamazlar… “Risale-i Nur’u Kur’ân yerine koyuyorlar” diye söylenip dururlar.
Güllerin soluşuyla eseflenen, türkülerdeki firak ağlayışlarını ‘ayine-i Samed’ olan kalbin taraçalarında ağırlayan, bağlamanın tellerinin iniltilerini İbrahim’in[as] gizli ağlayışı “Lâ uhibbu’l afilîn!”e tercüme eden, “batan şeyler sevilmez!” gerçeğini sıcacık gözyaşımıza katan, “her sevda vedadır” acısını Kur’ân’ın sesiyle onaran şiir adamı, iç seslerine sağırlaşmış, kalbinin sızılarına yabancılaşmış, ruhunun özlemlerini sloganların gürültüsünde kaybetmiş din magazincileri anlayamazlar. “Bunlar dine edebiyat katıyor!” diye kendi kabalıklarını ele veren bir ihbarda bulunurlar. Korkarlar iç seslerini duymaktan. Vicdanlarının sesini kıstıkça kısarlar.