Evvelemirde baharın müjdecisiydi.
Mayıs bugün hüznün ve karakışın ayı haline geldi bizim için…
Zaman mayıs ayında kaderimize doğru kederlerimizle kanatlanıp akıp gidiyor gibidir artık.
Kederlerimizle kanatlanır gibi…
Gider gibi, geçer gibi…
Ne var ki gidemiyor…
En çok antika saatlerin zamana, yıllara direnen tik taklarında hissediyorum bu acı ve eski fotoğraflarda donmuş kalmış gidemeyişleri…
Duvara mıhlı sarkaçların mutedil tik taklarının arasından su gibi sızıp giden zaman, mayıs ayında donmuş ve hareketsiz bir buz kalıbı haline geliyor artık.
Ve sonra çarkların ve zembereğin arasından hiçbir şeye değmeyen buhar gibi bir başka mesafelere yükseliyor.
Mayıs ayı bizim için Üstad’ın berzah-ı âleme yükselişinin zamanıydı.
Zamanı öğüten tik taklar, Onun bu âlemdeki biricik sevgilini, Salih’ini de bu ayda aldı aramızdan…
Geçen seneydi…
Ne ağır bir imtihandı başımızdaki,
Ve nasıl zamanlardı o geçmek bilmeyen bir türlü…
Anadolu otogarlarından yola çıkan her bir müridan, bir İstanbul otobüsünde aynı zikri vird tutarak, sessiz, mutedil ve mütevekkil acısını içine, kalbine gömerek Fatih’e doğru yola çıkmıştı.
“Geçit resminde biri çarçabuk deldi zarı
Demir atmış gemiden firâr eden o genci
Yükünden tanıyorum sırtındaydı mezârı
…”
Fatih Camii avlusunun duvarına asılan dövizlerin en yürek yakanıydı;
“Yükünden tanıyorum sırtındaydı mezârı…”
Evet, yükünden tanıyorduk, sırtımızdaydı mezarı…
Ağlayamıyorduk…
Gözyaşlarımız neredeydi, nereye gömülmüştü…
Mayıs ayında donmuş bir buz kalıbı gibi hareketsiz hale gelmiş,
Bu avluda durmuş gibiydi zaman…
Geçmiyordu, çarkların ve zembereğin arasından hiçbir şeye değmeyen buhar gibi bir başka berzaha yükseliyordu zaman…
Tıpkı ruhunun mümkünler âleminden, cenazesi başında toplanmış bir avuç insana değmeden sevgilisinin, sevgililer sevgilisinin katına, onun makamına yükselişi gibi…