Üç gündür son yazdığım yazıyı yayımlamıyor Diriliş Postası. Her sabah heyecanla siteye giriyorum, gazeteyi evirip çeviriyorum. Bu sabah baktım; yazı yok. Emre açıklama yazmadı, ben de açıklama sormaktan korkuyorum. (Haftada bir yazmakta anlaştığımız halde, ilave yazılar yazmamı büyük bir hoşgörüyle kabul etti yönetim. Fazladan yazdıklarımdan ikisi başyazı bile oldu! Yüz bulmuşken astar istemez ki.)

Yayımlanmayan son yazıyı bir taraftan yayımlasınlar istiyorum ama bir taraftan da “İyi ki de yayımlamamışlar!” diyorum. Yayımlandığı anda kurtlar sofrasına dahil olacağım, biliyorum.

İşbu yazıyı da, arkadaşların işini kolaylaştırmak için yazıyorum. (Bence kesin yayınlanır!) (Bakın yayınlandı bile!) Çünkü zararsız ve biraz da demode bir fıkra içeriyor. Bizim kuşaktan olmayan gençlere ön bilgi vereyim ki fıkra boşa gitmesin. En azından kızımın gözlerini sonuna kadar belerterek verdiği tepkiye muhatap olmayayım: “Hiç komik değil babbaaaaaa!”

Yetmişli yıllarda Türkiye’de yaşayan iki idealist sosyalist öğretmenin hikâyesini anlatıyor fıkra. Bunlardan birine, her nasılsa,  SSCB’den (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği demek oluyor; bugünkü Putin Rusya’sı Azerbaycan’dan Tacikistan’a kadar uzanarak Çin’in dibine kadar varan bu ülkenin sadece bir parçasıdır. Unutmuşsunuzdur belki, bugünkü çoğu Doğu Avrupa ülkesi de SSCB’ye dâhildir.) bir davet gelir. İstisnadır bu. O zamanlar, öyle elini kolunu sallaya sallaya gidemezsin Moskova’ya, Doğu Berlin’e, Sofya’ya, Budapeşte’ye. “Demir perde şehri”dir onlar. Moskova’ya gitmek rüya gibi (yahut kâbus gibi) bir şeydir. İşte heyecanın nedeni bu…

Yoldaşını uğurlarken sıkı sıkıya tembihler öğretmen: “Aman bana oranın gerçekten hayalimizdeki gibi olup olmadığını yaz! (Çocuklar, o vakit, e-mail diye bir şey yok. Zuckerberg anasının karnında bile değil.) Ola ki işler sandığımız gibi değildir; mektubun burada bir faşistin eline geçerse, rezil oluruz. Ne olursa olsun, hep olumlu şeyler yaz. Ama gerçekten olumluysa mavi kalemle yaz. Tanrı korusun-tersiyse, kırmızı kalemle yaz, ben anlarım.”

Çok geçmeden Moskova’dan yoldaş mektubu gelir. Öğretmen heyecanla açar zarfı. Her satırı mavi kalemle yazılmıştır. Derin bir oh çeker:

“Yoldaş, burada insanlar alabildiğine özgür. İşçiler refah içinde. Herkese emeğinin karşılığı hemen veriliyor. Çocuklar mutlu ve neşeli. Kadınlara hak ettikleri nezakette davranılıyor. Erkekler onurlarıyla yaşıyorlar. Ezen de yok ezilen de. Öyle faşistlerin uydurduğu gibi kıtlık falan da yok. Herkes istediğine kolayca ulaşıyor, istediğini istediği kadar alıyor. Görsen nasıl çocukların yüzü gülüyor. Burası tam da ideallerimizdeki bir ülke…”

Yoldaş büyük bir huzurla ve yutarcasına okur satırları. Daha bir aşkla çeker Bafra cıgarasını içine içine. Son satırlara gelir sıra…

(Durun, hemen gülmeyin ya da “hiç komik değil babaaa!” demeyin. Fıkra bitmedi. “Az sonra” mantığı ile asıl söylemek istediklerimi araya sıkıştıracağım. Mektubun son satırları makalenin son satırlarında.)

Şöyle diyeyim:

Bazı şahısların bazı konuşmaları hakkında bazı konuşmalar yapmamı bekliyorlar. Feysim “N’olur hocam!” ricasından geçilmiyor. Bazı tartışmalardaki tarafımı belli etmediğim için, bazılarının görüşlerine bazılarının üslubuyla karşı çıkmadığım ya da taraf olmadığım için “Bak, sen kripto şucusun ha!” tehdidinin bini bir para… Üzülüyorum.

“Şu mu haklı bu mu haklı?” “Sapık değil mi gerçekten feşmekanca? “Şu da hurafeci değil mi?” “Hadis inkârcıları, Kur’ân Müslümancıları, deve idrarı, kubur faresi vs. diye diye tozardıkça gündem, yüzüm kızarıyor. “Mehdi geldi mi gelmedi mi?” “TEOG duası var mı?” “Mars’taki suyla gusül alınır mı?” gibi tuhaflıkları da eklersek, azıcık vertigo geçiriyorum. “Böö…” olmak işten bile değil. Kal geliyor yahu…

Şimdi benim hiç mi diyeceğim yok… Var, var diyeceğim. İşte buyurun, sevinin, bayram edin.

Diyeceğim var ama her şeye rağmen saflarında olduğum kimi azıcık ve tatlı insafsızlara, safında olduğum azıcık insafsızların safına katıldıkları hiç insafsızlara, yine hakkını ve hatırını saydığım için hışımla söyledikleri arasında da bir hak olduğunu söylediğim ve sevdiğim diğer azıcık insafsızları ezecek malzeme vermek istemiyorum.

Diyeceğim var ama diyeceklerimin emeklerinin zerresinin yok sayılmasına razı olamayacağım kardeşlerimin emeklerini hoyratça öğüttüklerini fark edemeyecek esriklikteki diğer kardeşlerimin bulanık değirmenine su olarak akıtılmasından korkuyorum.

Diyeceğim çok ama tezgâh adamlarının tezgâhına geldiğini göremeyen, içinde kıl kadar hesap olmayan safdillerin ömürlük sevgi yatırımlarını helak ederek haklarını yemek ve yedirmek istemiyorum.

Diyeceğim çok ama diyeceklerini ille de kanırtarak seslendirmeye alışmışların, birbiriyle kavga ettikçe daha çok gündemde olmayı farkına varmadan sevmişlerin üslubuna dair eleştirilerimin, Müslümanlığının benden iyi ve kişiliğinin benden kavi olduğunu sandığım, canı gönülden “benden iyi olsunlar!” diye dua ettiğim bazı kardeşlerimin kişiliklerine saldırı olarak okunmasını istemiyorum.

Gördüğünüz gibi karmaşık cümleler bunlar. Yormayayım sizi. Fıkraya döneyim. Moskova mektubunun mavi renkli son satırları aynen şöyle:

“Yoldaş, hani burada kıtlık falan yok, herkes her istediğini buluyor, alabiliyor demiştim ya. Umarım, mahremiyete özen gösteren, düşünce özgürlüğü gereği herkesin herkese yazdığı mektubu okuyan Moskovalı yoldaşlar, bu küçük sitemimi hoş görürler. Geldim geleli yana yakıla aradığım halde bir tane bile kırmızı kalem bulamadım Moskova’da.”

Bizim Diriliş Postası garibanların gazetesi. Siyah-beyaz basılıyor; boyalı değil. Ki “ben gazetenin zeki, çevik ve siyah-beyaz olanını severim” sözünü de severim.

Kırmızı kalemle yazıyoruz. Göremediğiniz gibi.