İlk gün. İlk açlık. Belki susuzluk da vurdu dudaklarına.
Faydası yok ekmeğin suyun. Baktığın her yönden eli boş dönüyorsun. Tatlı bir acının içine sürükleniyorsun. Kederine sarılıyorsun sessizce. Seviyorsun fakirliğini; belki ilk kez. Körelmiş hayretin bu hüzünlü bekleyişle yeniden bileniyor. Suyun berraklığını keşfediyorsun. Sıcacık ekmeğin tadını yeniden tartıyorsun damağında. Dilsizleşmiş minnetin taze sesler kazanıyor. Dudağına emanet edilmiş “Elhamdülillah…”ı yeni bir heyecanla söylemeye hazırlanıyorsun.
Bak işte, çareler tükendi. Çölleşti yeryüzü. Ümidini kestin aşağılardan. Göğe yöneliyor bakışların. Geçersizleşti imkânların. Ağır akıyor dakikalar; tenini yırtarak dönüyor akrep ve yelkovan. İkindinin gölgelerini daha çok seviyorsun; günbatımının eşiğine yığıyorsun ümitlerini. “Şahit olsun güneş…” diye seslenen Kur’ân’ı başka bir kulakla duyacaksın.
Farkında olmalısın; incilendi dakikalar. Tenine dokundukça parıldayan gümüşler gibi parıldamaya başladı saatler. Daha derinden hissediyorsun dünyanın dönüşünü. Közleşiyor bekleyişlerin; külü savruluyor saat başlarının. Vefasızlıklara, terk edişlere, soluşlara, ölüşlere, gidişlere, veda edişlere daha yakından dokunuyorsun. Vaktin tükenişini tanıklığa çağıran ‘ve’l asr’ yeminine bitiştiriyorsun sessizliğini.
Etrafında seninle aynı derdi yaşayanları görüyorsun. Hep beraber şeffaf bir ipe dizilmiş gibisiniz. Aynı kaderin alın çizgisine yazılmış ruhlarınız. Duru bir duanın avuçlarında biriktiriyorsunuz kırık dökük hecelerinizi. “Sana, yalnız Sana kulluk ederiz…” kararlılığının mihrabına yapıştırıyorsun yüzünü. “Senden, yalnız Senden yardım isteriz” özgürlüğünün göğsüne koyuyorsun kalbini.
Yumuşacık ve saydam bir kabul edilmişlik edası çevrelemiş seni. Ilık bir sarmalanışın rahminde buluyorsun kendini. Huzura kabul edilmişliğin tazeliğini nefesleniyorsun. Kimselere gösterme derdine düşmeden Rabbinle sırdaş oluyorsun tenhalarda. Sessiz bir sözleşmeyi imzalıyor dudağını yakan susuzluk… Ümitleniyorsun yeni baştan. Kafesinden çıkıyor utangaç sessizliklerin, kanatlanıyor kızıl mahcubiyetin. “Rabbimiz biz kendimize zulmettik…” itirafının mağarasına sığınıyorsun. “…Sen bağışlamazsan bizi, sen merhamet etmezsen bize…” şartını yeniden öne sürmeye cesaretleniyorsun. “…yoksa hüsrana uğrarız!” ümidini yeniden kuşanıyorsun. Öyle ya, açlığına müşteri olan, susuzluğunu el üstünde tutan, hiç razı olur mu senin ziyan olmana? “Ne halin var gör!” diyenlere benzer mi hiç? Haşâ…
Garip bir duruluk var havada. Arzın tortuları silinmiş gibi. Hafiflemişsin. Toprağı incitmekten korkarcasına basıyorsun. Uçarılık var yüreğinde. Belli ki ötelere yazmışlar adını. Dönüş yoluna düştün bir kere. Gurbetten sürgünün başladı; bak! Sılaya dönüyor yüzün… “Hepsi hepsi bir ağaç gölgesi. Yol bitmedi daha…” diyen Peygamber sesinin yankısını buluyorsun dudaklarında…
Hoş gelsin açlığın… Hoş gelsin… Aç bıraktıkça seni, sonsuzluk açıklığını hatırlatsın.