On dokuz yaşındaydım. İçim kıpır kıpır. Yolun başındayım, yol ayrımlarındayım. Tutunacak dallar arıyorum. Üniversitenin ikinci yılı. Bir önceki yıl, Ankara’ya, büyük heyecanla kalmaya gittiğim “medrese”de hiç olmayacak işler olmuştu. Küçük, önemsiz, tuhaf, garip, gelip geçici, entipüften bir bahanelerle, nur kardeşlerinin birbirine bir anda yabancılaştığı, birbirini sokağa attığı acı günlere şahit oldum. Sayelerinde ömrümün en zarif en merhametli metni Risale-i Nur’a muhatap olduğum o insanların çevresinde, okuduğum (ve okudukları) metinle bağdaşmayan kabalıkların ve çiğliklerin yaşanması, kalbimi dağlamıştı. Acıdan kıvranıyordum. Ümidim solmuştu; solmak üzereydi. Tutunduğum biricik dal kırılmıştı. Kavgalardan kenara çekilip korkulu düşüncelere dalıyordum. Gürültülerden kaçıp hıçkırarak ağladığım oluyordu; korkunç kâbuslarla uyandığım da…
Samsun’a döndüm sonra. Memleketime. O acı günlerin çalkantısı bırakmadı yakamı; fitne giderek sinsileşiyordu. İşte o kasvetli günlerde tanıdım Hamdi Ağabey’i. Samsun’un Kadifekalesi’nin denize bakan yamacında buldum onu. Sanki yıllardır yolumu gözlüyormuş gibi beni hasretle kucaklayışını, garip bir delikanlıyı kralmış gibi başköşeye oturtuşunu unutamadım. İncecik bedenim sıcacık kucaklayışında kaybolurken, içimdeki hüzünler de şefkati bakışında eriyivermişti.
İlk aklıma gelen, “Sağlamer” soyadının ona kasten verilmiş olduğu teziydi. Şefkatli sözlerinde kaygılarım uçup gittikçe, “sağlam” ve “er”in müstear soyadı olabileceğine dair teoriler kurdum içimde. (Tabii ki kimseye açmadım bu tezimi, çocukçaydı ama heyecan veriyordu bana.) Öteden beri efsanelerini hayranlıkla dinlediğim, o büyük şehrin, Samsun’un, elle tutulur gözle görülür son efsanesiydi Hamdi Ağabey. Bildiğim, tanıdığım kim varsa, Hamdi Ağabey’e dokunarak gelmişti.
O günlerdeki ince sızılarım dua olmuş demek ki; kabul da olmuş! O duygusal vahşetin içinden, o kavgalı cangılın ortasından çekip aldı beni Rabb-i Rahim. Altı kişilik hastane koğuşunda, kırk gün süren inzivam başladı. Ağır sayılacak bir teşhisle, birkaç yıl sonra doktoru olacağım Tıp Fakültesi Hastanesi’nin hastası oluverdim. Gürültüler bir anda sustu, kavgaların kaba sesleri uzaklaştı. Beyaz duru bir kış geçirdim.
Yalnızlığımı sıvası hafif dökülmüş hastane duvarına anlatmakla avunduğum, bana uzak düşen pencereden görünen yeni yetme çam ağaçlarının dallarıyla dertleştiğim, koridordaki ayak seslerini ümit diye dinlediğim büyük odanın kapısında göründü birden Hamdi Ağabey. Halsizliğime rağmen, doğrulmaya çalıştığımda, koşarak geldi yatağıma. İnanamıyordum; o koca adam, o efsane “sağlam er”, o ak saçlı bilge, sırf benim için gelmiş olamazdı. “Başka bir hastası mı vardı, bizim altı kişilik koğuşta?” Yoktu!
Elindeki paketi mahcubiyetle bıraktı başucumdaki dolabın üzerine. Kokusunu aldım. Tazecikti, tatlıydı. Alnımdan öptü; hatırımı sordu. Kavgalı hiçbir konuya girmedi; hep güzel şeyler söyledi. İncelikleri fısıldadı. Sonunda, en sonunda, hani o sorulana ihtiyacından fazlasını, daha sorarken veren soruyu sordu: “Bir ihtiyacın var mı?” Terledim. Utandım. O gittikten sonra açtım paketi. Adını o sıralar bilmiyordum ama “şöbiyet”ti sanırım. Sarı hamurun mercan gibi tebessümlü yanağına gamze diye tutunmuş yeşil fıstık taneleri…
Şimdi anlıyorum, okuduğum Risale-i Nur etrafında gördüğüm, içimi acıtan o kavgaların çelişkisini Hamdi Ağabeyin o duru bakışı çözmüş meğer. Şimdi hatırlıyorum; “kırmızı kitaplar”a dair ümidimi, gençliği kabadayılıkla anılan Hamdi Sağlamer’in zarafeti yeni baştan yeşertmiş içimde…
O şöbiyetleri yiyemedim. O kadar değerliydi ki gözümde, diğer hastalar varken yemekten utandım. Ne var ki bu kadar değerli bir mücevheri, diğer hastalarla paylaşamayacak kadar kıskançtım; dolabın gözünde sakladım. Cimriliğimin cevabını çok geçmeden aldım. O güzelim şöbiyetlerin küfleneceğini nereden bilebilirdim! Bu durumu, hiç açamadım Hamdi Ağabey’e. O gün bugündür ne zaman şöbiyet yemeye kalksam, Hamdi Ağabeyden utanırım. Vefasızlık ettim; hatırını soramadım.
Diyecektim ki ona: “Hamdi Ağabey, senden bir cennet şöbiyeti alacaklıyım…”