İddiasızdı onlar. Sorulursa, cevap verirlerdi. Durduk yerde, ona buna ayar vermeye niyetlenmezlerdi. Kimseyi dışlamayı akıllarının ucundan geçirmezlerdi. Kendilerini hakikatin biricik temsilcisi ilan edip başka herkesi aşağılama huyları hiç olmadı. Onu bunu sapık diye, ötekini berikini kâfir diye etiketlemek mi? Hâşâ! Bin yıl yaşasalar böyle bir gündemleri olmazdı, olamazdı.
Kalbinin tüm sızılarını alıp da acımızda, kaybımızda yanımıza koşan adamlardı onlar. Tabutu ilk omuzlanan, ölüm hakikatini seve seve göğüsleyen, kardeşinin hüznünü sıcacık ekmek gibi seve seve paylaşan şefkat kahramanlarıydı. Yetimin acısının yanı başında nöbet tutarlardı. Yoksulun çaresizliğini gözyaşıyla saran gönül erleriydi onlar.
Kendine aşikâr ayıplarının mahcubiyetiyle yüzü al al dolaşırlardı da; işlediğini bildiği günahların affını dilemekten gayrıya laf yetiştirmeye mecalleri olmayan sessiz dostlardı onlar. “Ben bilmem ki…” demeye sünnet diye tutunan tevazu ehliydi onlar. Evlat acısı gibi en dayanılmaz acıyı bile yudumlarken, Nebi-yi Zişan’a[asm] hürmeten gözyaşlarını ille de sessizce akıtan babalardı. “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever!” sedasını duyduğundan beri, taşın da kalbi olduğunu bilen, ayağının altındaki taşa bile müsaadeyle basan nezaket timsaliydiler.
Sevdiklerinin kendi takvasına güç yetiremeyeceğini düşünerek, teheccüdlerini saklarlardı. Hatta niyetlendiği nafile orucu-yine sünnet diye bildiği için-kendisine ikramda bulunanları incitirim tereddütsüz bozan kalenderlerdi onlar. Geceyi ibadetlerine ayırarak, uykularından feragat ederek, gündüzlerini konu komşuya hal hatır sormaya, sokağının muhtacını kollamaya, kedisini kuşunu köpeğini beslemeye, çoluk çocuğunu nazlamaya, razı etmeye adayan derin adamlardı onlar. Olur da bir tartışmaya girerlerse, haklı çıktığına üzülen, haksız çıkarsa da, kendisine hakikati gösteren rakibine teşekkür edip kucaklayan hakikat âşıklarıydı onlar.
Müslüman olmayı kuru bir taraftarlık ve emeksiz bir kazanım görüp de, kalın cübbesi, uzun sakalı, ibrişimli fesiyle başkalarını “Müslüman biziz, siz değilsiniz!” edasıyla ezen, kendilerini biricik “ehlisünnet âlimi” yapıp başkalarını “sünnetsiz” ilan edenlerin, nazik bir teklif olan dini, kaba bir tehdide dönüştürmelerini, fikir işçiliği isteyen imanı çiğ ve sığ bir imtiyaz gibi tekelleştirmelerini görünce, hatıralarım depreşti.
Ümidim o ki, esas adamlar, sahih oğlanlar sadece hatırada kalmaz. Ayağa kalkarlar da silip süpürürler “din” diye sunulan sığlıkları, sünnet diye gösterilen kabalıkları… Ümidim var…