Jandarma nezarete götürmekte geç kalınca muhtar, Ali’yi köyün girişinde kullanılmayan, küçük bakkalın içine kapatarak başına iki nöbetçi koydu.

Muhtara ilk, belki tek, köy nezarethanesi fikrini ilham eden Ali, köyün yetimi, bu sebeple çobanıydı.

Üç kişinin, sürüsünden kuzu çalmaya kalktığını görünce önce Karabaş, ardından Ali fırlamıştı hırsızların peşinden.

Ali’den önce Karabaş yakaladı onları. Ne yazık karabaşına indirilen öldürücü darbeleriyle Ali yetişene kadar kan revan halde yere serildi.

Ali üç kişinin arasında, yumruklar, tekmeler derken fazla ayakta duramadı.

Can çekişen köpeğinin başında ağlarken kuzu hırsızları çoktan uzaklaşmışlardı.

Zaten sessiz, sakin kendi halinde olan Ali, karabaşının ölümünden sonra iyice sessizleşti, içine kapandı.

Üç beş gün geçmedi, köpek katili, kuzu hırsızlarını köy meydanında gördü.

Görür görmez, sürekli hazırında tuttuğu kalın sopasıyla daldı aralarına.

Ne olduğu anlaşılamadan yere serdi katilleri.

Ayırmasalardı herhalde öldürecekti.

Birisinin durumu ağır, yaralıları alıp götürdüler.

Jandarmaya haber verdiler.

Geldiler, ‘Yukarı köyde kız kaçırma vakası var. Biz gelene kadar siz buna mukayyet olun’ deyip gittiler.

Muhtar, ihtiyarların ortak kararıyla Ali’ye köyün girişinde kullanılmayan, eski küçük bakkaldan nezarethane yaptı.

Üç gün sonra gelen jandarma alıp gitti.

Mahkemede suçu hafiflesin diye ortak ifadeyle ‘Köyün garibanı, delisidir’ dediler.

Ali, on sekiz ay hapis yattı.

Geldiğinde onu kimse tanıyamadı.

Bıyıklarını incecik kesmişti. Kafasında kasket, boynunda fular vardı.

Çobanlığı bıraktı.

Her sabah heybesiyle, erkenden dağlara, kırlara çıkıyor, sürekli resim yapıyordu.

Ali’yi ara sıra hapishanede beraber kaldığı ressam arkadaşı ziyarete gelmeye başladı.

O geldiğinde köyde kimseyle muhatap olmadan sürekli dolaşıyor, uzun uzun sohbet ediyor, çoğunlukla resim yapıyorlardı.

Köylü Ali’nin bu halinden tedirgin, yabancıdan şüpheli, ne yaptıklarını meraklı gözlerle takip ediyordu.

Ali, günlerinin çoğunu şehirde geçirmeye, köye ara sıra uğramaya başladı.

Son gelişinde muhtara ‘İstanbul’a gideceğini, orada resim sergisi hazırlıklarına başlayacağını’ söyledi.

Köye kendisinden yadigâr, yapımına epey zahmet harcadığı yağlı boya tablosunu hediye etti.

Muhtar tabloya uzun uzun baktı. Ne anlatmak istediğini anlayamadı.

Resmi köy kahvesinin boş duvarına astırdı.

Herkes resme bakıp anlamaya çalışıyor, kimse tam olarak çözemiyordu.

Kahvenin sahibi, her sabah uzun uzun bakıyordu resme;

Ortasında Ali’nin nezarethanesi eski küçük bakkal. Onun üstünde köpeği karabaş. Çok güzel resmedilmiş olmasına rağmen iki gözü yuvasından çıkmış su damlasını andırır şekilde aşağıya akıyor.

Köpeğin çevresinde sağlı sollu üç köpek katili, kuzu hırsızı. Kafaları, gözleri yarılmış, kan revan haldeler.

Yüzlerinde korkulu pişmanlık tasviri…

Ali’nin, resmettiklerini yukarıdan aşağıya doğru esen rüzgârla eğilip bükülmüş, uçuşur vaziyette çizmiş olması, tablonun tam olarak anlaşılmasına izin vermiyordu.

Sağ alt köşede ressamın ismi parlıyordu:

D’ali…