Mübarek ramazan ayı gelince Müslümanlar, normal zamanlara göre çok daha cömert oluyor, başkalarının dertleriyle çok daha fazla dertleniyor. Yardımlaşma hiç olmadığı kadar artıyor ve cebimizdeki akrepler, genellikle cebimizi terk ediyor bu mübarek ayda sanki…
Ancak tüm bu olumlu gelişmelere, duyarlılığın atmasına rağmen ulaşılamayan o kadar çok insan var ki…
Biz de bulunduğumuz bölgede İHH adına son dört yıldır ramazan kumanyası dağıtıp ramazan dışında da ihtiyaç sahibi insanlarımıza mümkün olduğunca ulaşıp yardımcı olmaya çalışıyoruz.
Her ulaştığımız, kısmen de olsa ihtiyaçlarını giderdiğimiz insanlardan sonra öyle bir iç huzuru, öyle bir manevi rahatlama yaşıyoruz ki anlatılmaz. Yardımcı olduğumuz her insandan, her aileden aldığımız dualardan sonra keşke çok daha fazla imkânımız olsa da çok daha fazla insana ulaşsak, çok daha fazla gönle dokunsak, çok daha fazla yetimin başını okşayabilsek diyoruz.
Size bu ramazanda ulaştığımız birkaç aileden bahsedeceğim. Ancak şunu da belirteyim ki yerinde görmekle okuyarak haberdar olmak, TV’den izlemek, birinden dinlemek arasında dağlar kadar fark var. İmkânı olanlar, ihtiyaç sahiplerine bizzat kendisi ulaşsın, bir yardım kuruluşunda yardımların ulaştırılmasına bizzat eşlik etsin.
İlçemizde ihtiyaç sahibi Afganlar olduğu haberini alıyoruz ve evlerine gidiyoruz. İki katlı bir bina… Alt katta yedi, üst katta beş kişi kalıyor. Yaşları 20’lerden başlayıp 50’ye kadar tamamı erkeklerden oluşan bir grup… Bina vekullandıkları eşyalar dökülüyor. Kapı ve pencereler kırık dökük ve ön pencereden giren rüzgâr, hiçbir engele çarpmadan arka pencereden çıkıp gidiyor. Duvarlar o kadar siyahlaşmış ki odayı gündüz vakti karanlık gösteriyor. Üç yıl önce ilçeye geldiklerini öğreniyoruz. Kaçak yollarla gelmişler, vatandaşlıkları ve hiçbir sosyal güvenceleri yok. Kışın iş olmadığı için evden çıkamadıklarını, yazın ise ne iş bulursa yaptıklarını söylüyorlar: çobanlık, hamallık, bağ bahçe, tarla işleri… En iyi kazanana ayda bin beş yüz lira veriyorlar. Yetiyor mu bu para diye soruyoruz. Büyük bir tevekkülle, teslimiyetle ve mahcubiyetle başlarını eğerek “Çok şükür!..” diyorlar. Ev çok soğuk olduğu için size elektrikli bir soba alalım mı diye soruyoruz. “Abi, yaz geliyor hiç gerek yok.” diyorlar. Ev çok soğuk ama deyince de idare ederiz diyorlar. Sonra anlıyoruz ki elektrik faturasını artıracağı için reddediyorlar sobayı. Ekliyor adam: “Abi, sadece banyo yapmak için suyu ısıtıyoruz, ona rağmen fatura çok geliyor.”
Afganistan’da kimseniz var mı sorusuna kaçamak cevaplar veriyorlar, bu konuda ketum davranıyorlar. Sonra öğreniyoruz ki dört çocuğunu, altı çocuğunu, sekiz çocuğunu ve hanımlarını geride bırakıp gelenler var içlerinde… Hasta anne ve babasını bırakıp gelenler… Üç yıldır evden, aileden, çocuklardan ayrılar; bir umutla biraz para kazanıp dönme hesabı… Ve bu adamlar, yılda üç beş ay çalışıp aldıkları bin beş yüz liranın önemli bir kısmını Afganistan’daki ailelerine göndermeye çalışıyorlar. Tüm bunlara rağmen bıraktığımız erzak kolilerinden başka ihtiyaçları olup olmadıklarını sorunca boyunlarını büküp “Abi ne diyelim ki şükür hâlimize.” diyorlar. İstemek, bir şeyler talep etmek çok zor geliyor. Afganlı kardeşlerimizle ilgili genel gözlemim çok dürüst ve onurlu oldukları… İş verince hakkını fazlasıyla veriyorlar ve kolay kolay kimseden bir şey istemiyorlar. Ancak şunu da hep duyuyoruz: Bu gariban insanları aylarca çalıştırıp çobanlık yaptırıp parasını vermeyen hatta şiddet uygulayan cüzdanı şişkin, vicdanı düşkün, kendisi pişkin sözde insanlarımız var.
Bir başka kahramanımız bir kadın… Tanıyan birisi veriyor iletişim bilgilerini… Kocası terk etmiş. İki çocuğu ile kalmış ortada. Telefonla konuşuyoruz ve tarif ettiği yerde buluşuyoruz. Kadına İHH’dan geldiğimizi ve bir ramazan kolisi bırakmak istediğimizi söylüyoruz. O kadar çok teşekkür edip dua ediyor ki kendimizden utanıyoruz. “Zahmet ettiniz, hakkınızı helal edin.” diyor kaç defa. Ama hep mahcup, hep çekingen… Bir miktar da nakit veriyoruz çocukları için kullansın diye. Zarfı almak istemiyor, onu da başkası için kullanın diyor. Kendisi fakir ama gönlü o kadar zengin ki… Daha sonra ulaşmak için kimlik bilgilerini istiyoruz, kimliğini çıkarıyor, “Benim okuma yazmam yok.” diyor mahcup bir şekilde ve bize uzatıyor kimliğini.
Ablamızı böyle gözü gönlü tok görünce burada başka tanıdığın ihtiyaç sahibi birisi var mı diyoruz. Hemen iki yüz metre mesafede bir evi gösteriyor ve “Şu evde oturan kişi de ihtiyaç sahibidir, onu kendimden ayrı görmem, kocası da yok.” diyor. Biz o eve yöneliyoruz. Kapıyı bir abla açıyor ve yanında beş altı yaşlarında bir kız çocuğu… İHH adına bir ramazan kolisi bırakmak istediğimizi söylüyoruz. Annesinden önce kız çocuğu atlıyor ve “Teşekkür ederiz amca, Allah razı olsun.” diyor. O kadar içten, o kadar güzel teşekkür ediyor ki eğilip gözlerinden öpmemek için kendimi zor tutuyorum. Malum koronalı günler olmasa şöyle sıkı sıkı sarılmak, havaya atarak sevmek isterdim. Biraz dolaşıp yorulmuştuk ama o güzel kızı ve gözlerindeki yaşama sevincini, muhabbeti, samimiyeti görüp o tatlı diliyle ettiği teşekkürü duyunca tüm yorgunluğumuz gitti. Şimdi yeniden fırsat oluşturup bayram öncesi ziyaret etmek ve bazı hediyeler vermek istiyoruz.
Bir başka gün mahallenin “Sofi Dede” dediği yaşlı bir amcamızın evine gidiyoruz. Ev bir bahçe içinde iki kulübeden oluşuyor. Sofi dedenin kızı vefat etmiş, damadı başkasıyla evlenmiş ve torunlar bu yaşlı amcaya kalmış. Torunlarına bakıyor. Ancak evi ve ortamı görünce pek bakabilecek gücü olmadığı anlaşılıyor. Amcaya bir ramazan kolisi bırakıyoruz ve zarf içinde bir miktar nakit… Özellikle zarfı alırken mahcup oluyor ve o kadar içten teşekkür ediyor ki… Kimseden bir şey isteyemediği çok belli… Çalışmaktan nasır bağlamış elleri ve bakınca saygı uyandıran nurlu bir yüzü var ve hafif mütebessim… Biz tekrar arabaya yönelince bahçe kapısına kadar bizimle geliyor ve arabamız hareket edene kadar dönüp gitmiyor. Eski insanlardaki bu incelik, zarafet ve saygıyı maalesef ki yeni nesillere aktaramıyoruz. Hep bir hodbinlik, kabalık, vefasızlık…
Hikâye çok ama son ailemizle bitirelim:
Gittiğimiz bu aile, bir kadın ve üç çocuktan oluşuyor. Evi şehrin dışında, şehre hâkim bir tepede… Eve ulaşım zor… Bozuk toprak yollardan tırmanıyoruz. Birkaç yerde arabanın altını vursak da nihayet eve ulaşıyoruz. Habersiz gittiğimiz için kadın biraz şaşırıyor. Anlıyoruz ki pek kimsenin uğramadığı, hâlini hatırını ve ihtiyaçlarını sormadığı bir aile… Bu sebeple biraz şaşkın… Koliyi bırakıp bir de zarf veriyoruz. O sırada içeriden sekiz dokuz yaşlarında iki erkek çocuk ve onlardan bir iki yaş büyük bir kız çocuğu çıkıyor ve teşekkür ederlerken gözlerinde bir mutluluk, sanki dünyaları bağışlamışız. Kadının mahcup hâli ve onurlu duruşu dikkate şayan… Kocasına ne olduğunu soruyoruz. Aldığımız cevap karşısında sarsılıyoruz. Kocasını öz kardeşi vurmuş. Ama neden diye soruyorum. Para meselesi diyor. Eve bakıyorum, para için bir insanın canına kıyılabilecek bir mal mülk olmadığı aşikâr… Kadın, biraz da çekinerek kısaca özetliyor: “Kocam, kardeşlerine borç vermişti; sonra parayı ödemediler, çok ihtiyacımız olan bir zamanda isteyince aralarında tartışma çıktı ve parayı vermemek için kocamı öldürdüler.” diyor. Bunları söylerken kadındaki metaneti, teslimiyeti görünce kadına karşı saygım bir kat daha artıyor.
Paranın miktarını soramadım ama çok cüzi bir para olduğu kesin… Üç kuruş dünyalık için bir insan öz kardeşinin canına nasıl kıyabilir? İnsanın aklı havsalası almıyor gerçekten.
Daha anlatacak onlarca hikâye var, anlatmakla bitmez.
Çevremize karşı duyarlı olalım, haberimiz olmayan nice hikâyeler var hemen yanı başımızda. Açlık, yokluk, fakirlik çekip de imkânımız ölçüsünde yardımına koşmadığımız her insandan sorumluyuz.
Ne olur önce cüzdanlarımıza dokunalım, sonra vicdanlara…
Sınırlı ihtiyaçlarımız için sınırsız harcamalar yapmayalım; bir fakirin sofrasına bir akşam yemeği koyalım, bir çocuğa bayramlık alalım, bir adamın ailesine karşı mahcup olmasının önüne geçelim.