Taşınma işiyle meşgul olduğum bugünlerde; nereye gitsem, peşimden sürüklediğim, adına da “anı sandığım” dediğim karton kutumu bugün detaylı bir şekilde karıştırma fırsat buldum.
Çocukluk resimlerim, mektuplarım, şiir kartları ve bir günlük defteri; aman Allah’ım bu küçücük kutuya, neler sığmış öyle.
Koca bir geçmişle, bugünden yüzleşmek gibidir anı sandığının açılması. Hatıra bahçesine girdiğimizde eğer güçlüysek, sarsılmayız.
Acı ve tatlı anılara tebessüm edip, çıkarız o hatıra bahçesinden. Çünkü geçmişin hikâyeleri, bizde hep bir ibretle sonlanmıştır.
Anı sandığımda dikkatimi çeken, günlük defteri oldu. Bazen arkadaşlar, mektuplarını saklamam için bana veriyorlardı; bu da onlardan biri miydi acaba?
İnternetin yaygınlaşmadığı o yıllarda, on sekiz yaşında olan bir gencin, kendine verdiği komut, oldukça dikkat çekici.
Yıl: 1988-1989, defterin ilk sayfasında şu söz yazılı: “Gerçekler, acı da olsa kabullenmek zorundayız…”
Yıl: 2021, bugünün gençliği, gerçeklerden nefret etmekte.
Kabullenmek demek, doğruya teslim olmaktır. Yani, yaratılış köklerine…
Yanlışın haritasında, menfaatle dengelenenler hırs adlı kasırganın oyuncağı olurlar…
Yavaş yavaş kaybettik hakikat izini. Şimdi düşüyoruz, boğuluyoruz, köşeye sıkışıyoruz. Huzuru nedense bir türlü bulamıyoruz...
Kimliğimizden, tarihimizden ve kültürümüzden ödün vermeden yaşamayı vazife edinenler için, doğru daima elini uzatır...
Aradan geçen yıllar; teslimiyeti, kanaati, şükretmeyi yani şuurlu yaşamı almış çoğumuzdan...
Üzerine inkâr ve isyan yapışmış bugünün gençliği, pesimist. Kendiyle geçimsiz. Bunun nedenlerini ince ince düşünmeliyiz!
Ve günlük defterindeki “ Paris Akşamları” adlı şiiri Paris’te okumak, yurduma özlemi, bir defa daha kanattı…
“Öyle hasretim ki ezan sesine
Ararım çevremde cami, minare
Lakin takılırım çan kulesine”
1947 yılında, Kırım sürgününden kaçan Buğra Alp Giray’ın cesedi, Sen Nehri’nde çöpçüler tarafından bulunmuş. Cebinden çıkan şiir, Müslümanca duruşu haykırmakta…
Ülkesinden ayrılmak zorunda olan biri için, hem maddi hem manevi olarak o yıllarda Paris’te yaşamak ölüm demekti. Barınacak, aş için çalışacak bir yer bulmak, aşırı zordu. Birçok gurbetçi bu çaresizliği yaşadı, hâlâ da yaşamakta.
Paris kaldırımları ve sokakları kalbinde yurt özlemi olan birçok evsizlerin ayak izleri ile doludur.
Ölüm, ya parkta bulmuştur onları; tıpkı sürgüne gönderilen 2 Abdülhamid’in oğlunun parkta bulunan cesedi gibi.
Açlıktan ölen şehzadenin cebinden çıkan mektup şöyle diyordu: “Ben Abdülhamid Han oğlu Nureddin, cebimdeki para ile tabutumu alıp, cenazemi kaldırınız.”
Haddizatında Osmanlı hanedanı sürgüne değil, ölüme gönderilmişti. Çünkü yabancı ülkede, vatan özlemi ile onlar her gün öleceklerdi…
Ya da “Duvarında mavzer ve Kur’an olan/Ata ocağında, bizim konakta
Bir bakır sinili, sofra başında/ İftar beklenilsin, dua edilsin” diyen Buğra Alp Giray gibi nehir kıyısında…
Özgürlüğü elinden alınmış, onlarca kişi çaresizlikle baş başa bırakılmıştır. Vatanda doğanlar, vatan hasretiyle yanmanın kafesine konulmuş.
Ne acı bir durum değil mi bu! Tek kelime ile zulüm!
Günlük defteri ve şiir içimdeki acıyı tazeledi…
Arada bir gurbetçilerin hikâyelerini okuyup, hüzünlenirdim. Bir gün orada yazılanları yaşayacağım, hiç aklıma gelmezdi.
Paris’e ilk geldiğim yıllarda, annem sesleniyor gibi olurdu, ister istemez arkama bakardım. Çok defa duydum o sesi, başımı geriye çevirdiğimde boynuma sarılan koca bir boşluk hissi olurdu.
İnsan katılaşamıyor mu zaman geçtikçe, alışıyor mu bilmiyorum annemin seslenişi yok oldu bir zaman sonra…
Bir günlük defterini değil, bir genç kızdan gençliğe seslenişini okudum.
Yatılı okul hatırları ile dolu olan günlüğün üçüncü sayfasında, Ramazan’ın ilk gün heyecanı anlatılıyordu: “Bu gece sahura kalkıyoruz. Bir Ramazan’ı Şerif’e daha erişmenin huzuru içindeyim. Bugün, nöbetçi olan felsefe hocamızla oruç üzerine sohbet ettik. Bilinç ve şuur üzerine yaşamın, temel ihtiyaç olduğunu anlattı. Dedi ki: Boşluk, yara açar insanda, kapanmaz bir yara! Sonrası da savruluştur.”
Bir de günlük defterinde ‘Babamla sohbetler’ kısmı var. O bölümleri de ara ara yazacağım inşallah.
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Pablo Neruda: “Sende bir şey var… Bana derin derin nefes aldıran bir şey.”
Kalbinize emanetsiniz…