Günümüzde çevremizde en çok duyduğumuz şikâyetlerden biri, yaptığımız işlerin bereketsiz olması, gayret etmemize rağmen istediğimiz sonuçları alamıyor olmaktır.
Gerçekten de şimdi bakıyoruz biz ekonomik olarak çok daha iyi durumdayız ancak geçinemiyoruz, kazancımızın bereketi yok, ihtiyaç sahibi insanlara ulaşmak ve yardım etmek konusunda her geçen gün daha geriye gidiyoruz.
Bürokraside bakıyorsunuz ekseriyetle kendini muhafazakâr(!) diye tanımlayan insanlar, ülkede uzun zamandır muhafazakâr(!) bir iktidar var ve karar mercii tamamen muhafazakâr insanlardan oluşuyor. Görünürde artık istediğimiz her şeyi yapabiliyoruz. Kuran kursları sonuna kadar herkese açık, her geçen gün yeni camiler yapılıyor ve imam hatip/li/ler, ilahiyat/çı/lar artık ikinci sınıf muamelesi görmüyor. Müslümanlar, ibadetini yapma, sosyal hayata katılma, kamu hizmetlerinden faydalanma konusunda herhangi bir sıkıntı çekmiyor. Kısacası üvey evlat muamelesi görmüyoruz artık. Ancak Müslümanlar olarak eskisi kadar itibarımız yok, sözümüz senet değil, sözde olan öze yansımıyor. Yeni nesillere ulaşamıyoruz, gençler üzerinde etkimiz her geçen gün azalıyor. İtibarımız aşınıyor, değerlerimiz yozlaşıyor. Sayımız artığı hâlde etkimiz azalıyor. Nicelik artıyor ama nitelik??? Bir yerlerde yanlış yaptığımız belli… Olayı bir hikâye ile anlatırsak derdimiz daha iyi anlaşılır. Meşhur bir hikâyedir:
Eski devirlerde İsrailoğullarından odunculukla geçinen bir abid vardı.
Bulundukları yerin yakınındaki bir ahali, Allah yerine bir ağaca tapıp ondan medet umardı.
Abid, bir gün “Şunların ilah diye taptıkları bu ağacı kesip odun edeyim, bir kavmi Allah’a isyandan kurtarayım.” diye düşünerek yola çıktı.
Yolda bir acayip pis suratlı ihtiyar şeklinde biri karşıladı onu ve “Nereye böyle?” diye sordu.
“Şurada insanların ilah diye taptıkları bir ağaç var. Onu kesmeye gidiyorum.” Deyince pis suratlı kişi, “Ben şeytanım, o ağacı kesmene izin vermiyorum.” dedi. Bu duruma çok kızan adam, şeytana hücum etti. Aralarında çetin bir güreş oldu ve adam şeytanı yere vurdu, üstüne oturup baltasını şeytanın boğazına dayadı.
Şeytan, “Allah bana kıyamete kadar yaşama izni verdi, beni öldüremezsin. Hem insanlar ağaca tapıyormuş sana ne? Sen bu ağacı kessen de başka bir ağaç bulurlar tapmak için… Sana bu yapacağın işten daha hayırlı ve faydalı bir şey söyleyeyim. Gel o ağacı kesme, her gün sana iki altın vereyim. Hem fakir fukaraya yardım eder daha çok sevaba girersin.” dedi.
Adam da kabul ederek şeytanı bıraktı ve şeytan, her sabah uyandığında yastığının altına bakmasını, altının orada olacağını söyledi.
Adam, o sabah uyanıp elini yastığın altına götürdüğünde iki altının orada olduğunu görerek çok sevindi. Bu durum, bir süre davam etti. Oduncunun kalbindeki Allah sevgisinin yerini altın hırsı, para sevgisi almıştı. Şeytanın beklediği an da tam olarak buydu. Yastığın altına altın bırakmayı kesti.
Oduncu, bu duruma çok sinirlenerek baltasını kaptığı gibi ağacı kesmek için yeniden yola koyuldu. Yolda yine aynı pis suratlı acayip yaratıkla karşılaştı. Adam, çok sinirliydi ve baltasıyla şeytana hücum etti. Ancak bu defa şeytan, tuttuğu gibi yere vurdu oduncuyu. Adam, hem şaşkın hem de hayal kırıklığı yaşamış şekilde şeytana hayretle baktı. Şeytan, kahkaha attı. “Hayret etin, niçin bana yenildiğini merak ediyorsun değil mi?” dedi. Oduncu, şaşkın bir şekilde başını salladı. Şeytan, “Daha önce sen Allah rızası için o ağacı kesmeye gidiyordun. Niyetin halis idi, sen de çok samimiydin. Seni değil ben, bütün şeytanlar bir araya gelse yenemez ve yolundan döndüremezdik. Şimdi ise Allah rızası için değil de vermediğim altınlar için kızdığından gidiyorsun o ağacı kesmeye… İşte o sebeple bana yenildin ve bundan sonra beni alt etmen mükün değil.” dedi.
İşte bizim de bu kadar imkâna, sayıca çokluğumuza, göreceli gayretlerimize rağmen istediğimiz sonuçları alamıyor olmamızın yegâne sebebi yitirdiğimiz samimiyet ve ihlastır.
Artık hasbi değil, hesabi yaşıyoruz. Böyle olunca da hep bizden daha iyi hesap yapan birileri oluyor.
Kader gayrete âşıktır ama gayrette de samimiyet lazımdır.