Muhammed Şimşek / ANALİZ HABER
Washington-Ankara hattına barut döşeyen vize krizinin baş aktörü Büyükelçi John Bass’ın sergilediği tavır ülkesinin Türkiye’nin gerçekliğinden ne derece koptuğunun en önemli göstergesi oldu.
Türkiye’nin bölgesinde küresel bir aktöre dönüşerek vizyoner ve güçlü bir duruşu sergilemesini hazmedemeyen ABD, bu temel gerçekliği öfke ve cezalandırma refleksiyle bir kenara itmesi ilişkileri zora sokuyor.
Gerilimin sürdüğü ortamda iki tarafın bir birine karşı kullandığı cümleler bu sonucu teyit ediyor. Giderayak Türkiye’nin “9 buçuk aydır DAEŞ saldırısına uğramamasını hükümetinin Ankara ile istihbarat alanındaki işbirliğine” bağlayan bir cümle kullanan ABD Büyükelçisi, tehditkâr bir dil kullanmaktan da geri durmadı.
Bir nevi Türkiye’yi DAEŞ terörü ile tehdit eden bu cümlelerin arka planını kamuoyunun zihninde hala taptaze duran hali hazırdaki Başkan Trump’ın “DAEŞ’i Obama ve Clinton kurdu” iddiasının oluşturduğunu da söyleyelim.
Müttefiklik hukukunu yerle bir eden bu dil nasıl ortaya çıktı diye baktığımızda ise bunu üç başlıkta ele alabiliriz.
İlişkilerin rekabete dönüşmesi
Birincisi Türkiye Ortadoğu politikasıyla bölgede artık daha etkin bir güce dönüştü ve bu durum dengeleri değiştiriyor. Artık bu sahadaki ABD ile olan ilişkiler işbirliğinden rekabete evrildi. Zira Ankara’nın terör gruplarına sıfır tolerans politikasına mukabil Washington’un söz konusu aynı gruplarla iş tutması ortaya ister istemez bu tabloyu çıkardı. Üstelik terör örgütü DAEŞ ile mücadele bahanesiyle sınıra silah yığarak bölgede PYD/PKK’yı ikame eden ABD’nin tersine politikaları Türkiye’nin milli menfaatlerine de zarar verdi.
Terör destekçisi ABD
İkinci olarak FETÖ başta olmak üzere PYD/PKK ve YPG terörüne karşı mücadele veren Türkiye müttefik bildiği ABD’den yardım alamadı. Aksine Obama’nın Suriye politikasını devam ettiren bürokratik reflekslerin bu örgütlere yaklaşımı Ankara’nın hayati önem atfettiği güvenlik meselelerinin yeterince anlaşılmadığını gösterirken bu yöndeki endişeleri daha da derinleştirdi. Bu durum kamuoyu nezdinde Washington’ı “terör destekçisi” konumuna taşıdı.
Erdoğan’a “diz çöktürme” çabası
Üçüncüsü son dönemde ABD’nin içine düştüğü dağınık Trump Yönetiminin boşluklarını dolduran “Erdoğan’a haddini bildirmeliyiz” havasının Kongre ile birlikte ABD’nin hemen her kurumunu teslim alması ilişkilerin seyrine etki etti denebilir.
Türk vatandaşı olduğu halde iki konsolosluk görevlisi hakkındaki FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanması üzerine “Erdoğan’a taviz vermeyelim, sert karşılık verelim” yaklaşımı bu havanın hâkim olmasından kaynaklanıyor.
Ülkede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şuan görevde olmayan korumaları için dahi tutuklanmaları yönündeki karar ABD kurumlarının bu “had bildirme” psikolojisini açık ederken ilişkilerde onarılması güç tahribatlar bırakıyor.
Böyle bir ortamda “Model Ortaklığı”nın esamesini okumak mümkün değilken “stratejik ortaklık” adı altında atılacak bir tek adım kalmıyor. Tüm bunlar Türkiye’de parti ayrımı gözetmeksizin hemen her kesimde ABD’nin yaptıklarının “düşmanca” olduğu düşünce ve hissiyatını pekiştiriyor.
Müttefik hukuku ABD’ye zor geliyor
ABD kendisinden beklenen müttefikliğe göre davranması gerektiğini anlamak istemiyor. Çünkü bunu yapması için önce ikili ilişkilerde düzlemin değişmesi ve karşılıklı olarak ülkelerin birbirlerini yeniden tanımlaması gerekiyor. 15 Temmuz işgal girişiminden sonra Türkiye’de dostun düşmanın zihinlerde yeniden tanımlandığı yeni bir süreç yaşanıyor. Halk arasındaki tabiriyle “dost kötü günde belli olur” düşüncesinin beslediği bu süreçte ABD’nin attığı adımlar kendi eliyle yeni bir karşıtlık inşa ediyor. FETÖ liderinin hâlâ Pensilvanya’da yaşıyor olması bir yana Türkiye’nin güney sınırını tehdit eden terör örgütü PYD/PKK’YA 3 bin 500 TIR silah gönderilmesi ABD’ye karşı kamuoyu zihninde biriken öfkenin en temel dayanaklarını oluşturuyor. Gelinen noktada Erdoğan’ı köşeye sıkıştıracağız diye türlü hezeyanlar ortaya koyan ABD’nin, Türkiye vatandaşlarının gözünde her geçen gün Rusya’dan daha büyük tehdit olduğu tezini doğruluyor. Halkın ortak bam telini oluşturan “devletin bekası” konusundaki endişelerin baş sorumlusu ABD olarak görülürken Washington’ın bir milletin dünyada yükselen sesi ve lideri olan Erdoğan’ı “hizaya çekmeye” çalışmak yerine kendine daha gerçekçi politikalar belirlemesi gerekiyor. Aksi takdirde ABD’nin kaybı bütün bir dünya haritasının kalbi hükmündeki “Türkiye kıtası” büyüklüğünde olacaktır.