Hani bazı anlar vardır. Siyah-beyaz. Küf kokar, geçmiş kokar, anı kokar, eski kokar. Bayılırım. Ahşap gibi. İmkân olsa zaman makinesini ben bulsam derim. IQ’mun ayakları yerden kesilse de dahilik seviyesine çıksam der, hayıflanırım. Sırf bunun için. O makineyi icat etsem, siyah-beyaz günlere ışınlansam, o fotoğrafların içine girsem, koklasam. Hayatları, yaşayışları, çakralarını görsem, sonra geldiğim gibi vın. Dehalıktan hop normale, bugünlere.
Hayal et.
Arka fonda Münir Nurettin. 1.5-2 milyonken İstanbul. Caddeler bomboş, arabalar tek tük. İnsanlar bozulmamış, henüz kaliteli kumaştan. Yollar açık, binalar sıra sıra, gökler kapanmamışken.
Ne güzel şarkıdır o:
“Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir.”
Şu siyah-beyaz fotoğraflar ekranı ne de güzel dolduruyor. İçimi eritiyor, yavaşlatıyor beni, hoşuma gidiyor, hızımı kesiyor, dinlendiriyor, mutlu ediyor, ne güselll!
Bir ekran, siyah-beyaz fotoğraflar geçiyor. Arkadan bir ses. Türk Musikisi’nden tınılar. Dalıp dalıp gidiyorsun.
Dantelli fiskoslar, 60 model arabalar, nakışlı işlemeli kayıklar, o ayaklı ve de kablolu Edison’dan kalma ilk telefonlar, sallanan sandalyeler, üzeri battaniyeli hani, gramofonlar, plaklar, pikaplar, kurdelalar, incesinden cümleler, ahşaptan evler, uzun uzun duvarlar, ağaçlı, bahçeli… Bir devir hüküm sürer içimde. Kalbime asılı kaldı şöyle bir geçerken, başkalarına ait doyasıya yaşanmışlıklar…