Düşüncesi, yaşam tarzı ve şiirleri ile Türk edebiyatının yaşayan efsanesi oldu. Özellikle “Diriliş” ideolojisini ilmek ilmek işlediği eserleriyle en az üç kuşağın zihin dünyasını yoğuran Sezai Karakoç, hem gönüllerde hem son yüzyılda Anadolu insanının kendi kültürel kodlarını keşfetmesinde rehberlik etti. Üniversiteden arkadaşı Cemal Süreyya'nın dediği gibi, "Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nazım da okur. Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönüllü katı yüksek uçuyor. Şemsiyesi yok" olan son derece alçak gönüllüydü. Hiç kimselere ve hiçbir ideolojiye ‘eyvallah’ı olmayan, hiçbir bir beşeri gücün karşısında asla eğilmeyen bu toprakların milli ve manevi değerleriyle mayalanmış estetik bir ruha sahip asil bir düşünce adamıydı.

ÇOCUKLUK DÖNEMİ

Sezai Karakoç, 1933 baharında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde, Emine Hanım ve Yasin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Muhammed Sezai” adını verdi. Ancak bu isim Nüfus Müdürlüğü’nde yaşanan bir yanlışlık sonrasında “Ahmet Sezai” olarak kaydedildi.
Annesi Emine Hanım, oğlunun doğduğu zamanı Gülan ayında bir günde diye tanımlıyordu hep. Gülan, Mayıs’ın eski söylenişiydi; güllerin açıldığı aydı. Sezai, yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun içinde, yeniden kendini bulmaya çalışan ailesine yeni bir nefes olarak gelmişti. Her şey baharı işaret ediyordu; Sezai’nin gelişi, onların umudu, güzelliğiydi.

Adını da eskilerin dilinden düşürmediği bir güzellemeden almıştı. “İsim semadan gelir” derdi eskiler; bu durumda hepimizin adı, bir ilahi armağandı. Doğduğunda Kur’an-ı Kerim açıldı ve ismi böyle kondu. Her bebeğin bir adı bir de mahlası olurdu. Adı Muhammed, mahlasıysa Sezai olarak belirlenmişti. Ancak resmiyette herkes onu Ahmet Sezai olarak tanıyacaktı.

BABASI RUS İŞGALİNİ GÖRDÜ

Zülküf Dağı’nın eteğindeki o küçük kasabanın, Ergani’nin ortasında bir evdi Sezai’nin doğduğu ev. Babası Yasin Bey, I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde savaşırken Ruslara esir düşmüş, orta halli bir tüccardı; annesi Emine Hanım ise, ev hanımı. Çok evleri vardı aslında ailesinin. Ne zaman ki maddi durumları bozuldu, Yasin Bey, evleri birer birer satmaya başlayacaktı.

Sezai, henüz 2 yaşını doldurmamıştı ki, ailecek bakırdan bir kasabaya, Madene taşındılar. Buradaki evleri, oldukça yüksek bir tepeye konumlanmıştı. Burası ile ilgili kadınlar arasında dillendirilen bir efsane vardı; tepedeki ev, cinliydi. Bu varlıklar, küçük Sezai’ye de musallat olacaktı.

***

Sanat algısının ilk hatırası

Bir gün Karakoç, odada yalnızken yarı karanlıkta, süslü elbiseler giyinmiş bir cin gördü ya da gördüğünü sanıyordu. Anlatabildiği kadarıyla onları, düğün yapmakta ve gelin götürmekte olan birileri olarak tanımlıyordu. Küçük aklı fazlasıyla karışmıştı. Yaşadıklarından çok etkilendi Sezai. Bu olay, tüm sanat yaşamını etkileyecek olan mistisizm konusunda ona görünen ilk kesitti. İleride çocuk yaşından sıyrılıp sanata soyunduğunda Sezai, yaşadığı bu mistik olayı ve Maden kasabasını şu cümlelerle anlatacaktı:

"Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Antalyalı genç kıza mektup’ yazısında ilk sanat zevkini Ergani madeninde 2-3 yaşlarında bir kış günü pencereden izlediği kar yağışı olarak algıladığını söyler. Bende ilk sanat algılarımı Maden’de aldım diyebilirim".

‘Necip Fazıl’lı yıllar ve ilk şiir

Karakoç’un lise zamanları, Necip Fazıl ve Büyük Doğu’yu takip ettiği zamanlardı. Bir gün, cesaret edip Necip Fazıl’a bir mektup yazdı ve içine Mehmet Levendoğlu imzasıyla yazdığı “Sabır” adlı şiirini de ekledi. Ailesinin lakabı Levendoğlu olduğundan bu ismi kullanmıştı. 16 yaşındaydı. Dergiye gelen 300 şiir arasından Sezai’nin “Sabır” şiiri seçildi ve dergide yayımlandı…

SABIR
Yeter Bunca sabır!
Kır Hududu Mehmedim!
Kader dokudu kilim; Ser odaya!
İlim: Merdiven daya
Çık aya!
İman: Al eline bastonu;
Sonu Sonsuz(a) Yürü
Sürü sürü
(Yalan)ı yara yara Var (Var)a.

Eğitim hayatı

Sezai Karakoç, 1938’de Ergani’de, 3 aylık ilkokul öncesi ihtiyat sınıfı ile eğitim hayatına başladı; 1944’te ise, ilkokulu, yine Ergani’de tamamladı. Ardından parasız yatılı olarak Maraş Ortaokulu’na kaydoldu. Sanat da inceden pencereden sızan ilk ışık huzmesi gibi hayatına bu sırada sızmaya başladı. 1947’de tamamladığı ortaokulun ardından, yine parasız yatılı olarak lise öğrenimine Gaziantep’te başladı. 1950’de mezun olduğu lisenin ardından da felsefe okuma isteğiyle İstanbul’a geldi. Ancak o her ne kadar felsefe okumak istese de, babası, Sezai’nin İlahiyat Fakültesi’ne gitmesini istiyordu. Sezai, kendi imkânlarının okula yetmeyeceğinin farkındaydı. Ancak istediğinden vazgeçmek de istemiyordu. Parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi. Sonuçları beklerken de felsefe için kaydını yaptırdı. Sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı. Sezai, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı ve 1955’te, yükseköğrenimini fakültenin mali şubesinden mezun olarak tamamladı.

İş hayatına atıldı

Mezun olur olmaz, mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nın Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümü’ne atandı. Ardından maliye müfettişliği sınavına giren Sezai, bu sınavı da başarıyla verdi ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1959’da, İstanbul’da Gelirler Kontrolü idi. Bir dönem Ankara’ya çağırılıp Yeğenbey Vergi Dairesi’nde görev alsa da, kısa bir süre sonra İstanbul’daki görevine tekrar getirildi. Gezerken çalışıyor gibiydi. Görevi vesilesiyle Anadolu’yu karış karış gezip birçok yeri özel olarak da inceleme fırsatı buldu. Tüm bu gözlemler şiirlerinde ortaya çıkacaktı. İstanbul’daki görevine 1960-1961 döneminde askerlik sebebiyle ara verdi ve bittiğinde tekrar işinin başındaydı. 1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görevde bulunmadı.

Erken uyanış

Karakoç, Maraş Ortaokulu’na parasız yatılı kaydolmuştu. Başını kaldırıp da okula baktığında hissettiği şey ve bu şehrin tanımı çok netti onun için. Yıllar sonra “Maraş, çocuk yüreğimin ateş aldığı yer; belki ondan öncesi bir rüyaydı, bu ateş, Maraş’ta yanmaya başladı” diye aktaracaktı tüm duygusunu. Okula geldi. Karşısında hayatında ilk kez gördüğü kaloriferli bina duruyordu. Yine ilk kez bir zeytin ağacını da burada görecek, ona dokunacaktı. Bir de kitaplar vardı; kısıtlı bir harçlığı olmasına rağmen hiç aldırmadan aldığı kitaplar vardı. Bu kitaplar sayesinde divan şiirleri ezberlemeye başladı. Evet, henüz ortaokula giden küçük bir çocuktu; bendnameler ezberliyor, Mesnevi’yi anlamaya çalışıyordu. Kendi deyimiyle bu, “Çok erken bir uyanma”nın ta kendisiydi.

Doğu ve Batı’yı okudu

Karakoç, ortaokulu başarıyla bitirmişti. Oldukça başarılı bir okul hayatı vardı. Bu sefer yönünü Gaziantep’e dönmüştü. Lise sıralarında özellikle serpilen bir genç olarak disiplinli oluşuyla ünlüydü. Kendi halinde ve disiplinli bir şekilde ilerlediği yolunda, ilgi alanlarını da genişletmeye karar vermişti. Divan şiirlerinden sonra Batı Edebiyatı’nı incelemeye başladı. Shakespeare’in piyesleri favorisiydi. Sonra Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Dohame’mi, Verter’i ve daha fazlasını okudu.

1933
ERGANİ'DE DÜNYAYA GELDİ
İlkokul ve ortaokulu Diyarbakır ve Maraş'ta okudu, lise öğrenimini Gaziantep'te tamamladı.
1950
''Mona Roza'' adlı akrostiş şiirini kaleme aldı ancak kitaplaştırılmasına 45 yıl boyunca izin vermedi.
1955
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne burslu olarak yerleşti ve Mülkiye'den mezun oldu.
1959-1967
Maliye Müfettiş Yardımcılığı ve Gelirler Kontrolörlüğü görevlerinde bulundu, vatani görevini yedek subay olarak yaptı. ''İslamın Dirilişi'' adlı kitabından dolayı yargılandı.
1973 MEMURLUK GÖREVİNDEN AYRILDI
Büyük Doğu, Hisar, Akpınar, Dernek, Düşünen Adam ve A dergileri ile Yeni İstanbul, Sabah ve Milli Gazete'de yazılar kaleme aldı.
1974-1976
Yerli düşünce ve edebiyatının en önemli yayınlarından biri olarak bilinen Diriliş dergisini gazeteye dönüştürdü. Diriliş 1977-1993 yılları arasında farklı zamanlarda yayımlanmaya devam etti.
1990
Diriliş Partisini kurdu
1997
Yedi yıl Diriliş Partisinin genel başkanlığı görevini yürüttü. Diriliş Partisi, 19 Mart’ta kapatıldı.
2021
Karakoç 16 Kasım’da İstanbul’da hayatını kaybetti.

***

‘Mona Roza’ efsanesi

SEZAİ Karakoç, 1951 yılında kaybolmuş değerleri yeniden anlamına kavuşturmayı amaçlayan bir şiir üzerinde çalışır. Karakoç, daha sonraları geniş kalabalıklar arasında bir efsaneye dönüşecek olan o şiirini şöyle anlatır: "Bu şiir gittikçe beni içine çekmekteydi. Gül kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. Mona Roza böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinde anlatılış şeklinde başladı şiir. Roza bilindiği gibi gül demektir. Böylece aşağılanan gül kavramını yeniden gündeme getirmek istedim." 20 Nisan 1952, günlerden pazar... Sınıfça bir kır gezisi düzenlenir. Arkadaşları ısrarla Mona Roza'yı okumasını rica ederler. Gönlü onları kırmaya el vermez ve okur. Bir üst sınıftan arkadaşı olan Cevat Geray bu şiiri yazılı olarak ister. Cevat Geray, Sezai Karakoç'tan habersiz olarak şiiri alıp Hisar Dergisi'ni çıkaran arkadaşlarına götürür. Şiir Hisar'da yayımlanır ve büyük bir ilgiyle karşılanır. Mona Roza'nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Fakat şiire bakıp bir takım senerayolar uyduruluyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrum olduğu anlaşılıyor. Şiire bakıp tümünü hayatı bir fotoğrafı gibi düşünmenin şiiri hiç anlamamak olduğuna denk düşen bu durumun benzerleri de mevcut. Zira Dante'nin ilahi komedyasından geçen Beyatris'in gerçekten varolup olmadığı tartışılmış ve bir takım yakıştırmalardan öte kimlik bağlantısı kurulamamıştır.

"Mona Roza. Siyah güller, ak güller.
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Roza. Siyah güller, ak güller."

Kandan elbiseler

Tarih 6 Ocak 1959’u gösteriyordu ki, Sirkeci Faciası yaşandı. O sırada Sezai de, Mesevet Kıraathanesi’nde oturuyordu. Bir anda her şey çözülmüştü; bir insanın ayakkabısının bağcığı, çay bardağını tutan parmakların gücü, koşmaya yeltenen dizlerin bağı…

Bu olayda çok sayıda insan hayatını kaybetti. Sezai ise yaralandığı için kendini şanslı saymalıydı. Ölüm ve annesinin hatırası arasında yaşadığı faciadan duyumsadıklarını yazdığı şiirine “Ben Kandan Elbiseler Giydim Hiç Değiştirsinler İstemedim” demişti.

"Kendinden birşeyler kattın, Güzelleştirdin ölümü de. Ellerinin içiyle aydınlattın. Ölüm ne demektir anladım. Yer değiştiren ben değildim. Farklılaşan sendin. Sendin bana gelen aynalarla, Sendin bana gelen sendin. Artık ölebilirdim. Bütün İstanbul şahidim. Ben kandan elbiseler giydim, Bundan senin haberin var mı?"

Bu süreçte bir yandan da şiir kitabını basıma hazırlıyordu Sezai. Ancak bütün şiirlerini basmaya parası yetmeyeceğinden onları ikiye ayırdı. Daha metafizik ve ferdi olanları, arkadaşları Doğan Yel ve Cafer Canlı’dan borç alarak yayımladı. Uğruna kandan elbiseler giydiği kitabına “Körfez” adını verdi ve faciayla aynı yıl basılmıştı.

Sezai Karakoç’un şiiri

Sezai Karakoç, şiirler yazmaya genç yaşta başlamıştı. Ardından şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığında şiir anlayışını da yazdı. Hatta bu konudaki düşüncelerini içeren 3 kitaba, “Edebiyat Yazıları” adını verdi. Sezai Karakoç, Türk şiirinde kendine özgü bir yer kazanmıştı.

Şiirin genel çizgilerini “Pergünt üçgeni” adını verdiği üç ilk ile açıklıyordu. Peer Gynt, Norveçli Yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarındandı. Sezai Karakoç da, bu oyunu şiire uyarlamıştı.

• Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır”.

• Şair, kendine yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli".

• Şair, kendinden memnun olmalı: "Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. 'Beni andırıyor, ah, beni o' demeli"

Onun şiiri, Türk şiiri geleneksel yapısı itibarıyla metafizik bir şiir olarak tanımlanıyordu. Ancak bu tanım Tanzimat’tan sonra değişti. Üstelik Batı Edebiyatı’nı da iyi incelemiş bir şairdi. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindeydi ve şiirlerini bu yönde geliştirdi. Ona göre şair de, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış demekti. Tamamlanması için mutlaka şairin tekrar somutlaştırması, yani soyutlaştırdığı kavramı, tekrar bir bağlama oturtması gerekiyordu.

İkinci Yeni doğuyor

Sezai Karakoç ve Cemal Süreya çok iyi iki dosttu ve bir dönem işleri gereği farklı şehirlerde yaşamaları gerekti. Fikir paylaşımlarını mektuplaşarak sürdürmeye devam ediyorlardı. Ne zaman yeni bir şiir yazsalar, hemen bir mektubun ucuna iliştirilip paylaşılıyor ve yorumlanıyordu. Bir gün, Sezai, Cemal Süreya’ya, “Balkon” adını verdiği şiirini gönderdi. Cemal Süreya şiire hayran kalmıştı. Dayanamamıştı ve sonuç olarak birkaç gün sonra Pazar Postası adlı dergi Sezai Karakoç’un önündeydi. Dergide Cemal Süreya’ya mektubundan pasajlarla birlikte Balkon şiirini de gördü. Cemal Süreya’nın yaptığı karşısında öfkesi çok büyüktü Sezai Karakoç’un. Hemen kaleme kağıda sarıldı ve çok sert bir mektup yazdı arkadaşına. Ancak birkaç gün sonra mektup kendisine geri döndü. Öfkesinden Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştı. Bir mektup yazdı. Cemal Süreya’ya, “Sana çok ağır bir mektup yazmıştım. Kızgınlıkla adresi eksik yazmışım; mektup geri döndü. Bir daha benden habersiz bunu yapma!” diyordu.

Cemal Süreya’nın yaptığı her ne kadar Sezai’yi kızdırsa da yeni yollar açacaktı. Çünkü daha sonra Muzaffer İlhan Erdost, Garip Akımı’na karşıt bir dil oluşturan yeni bir şiir akımının oluştuğunu haber veriyordu ve onun da isim babası Sezai Karakoç olacaktı. “İkinci Yeni” olarak kararlaştırılan akımın şiir üslubunun ise, “Yeni – Gerçekçi Şiir” olarak anılmasını istemişti.

Balkon şiiri ise şöyleydi:

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon,
Ölümün cesur körfezidir evlerde.
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların,
Anneler anneler elleri balkonların demirinde.
*
İçimde ve evlerde balkon,
Bir tabut kadar yer tutar.
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen,
Şezlongunuza uzanın ölü.
*
Gelecek zamanlarda,
Ölüleri balkonlara gömecekleri
İnsan rahat etmeyecek,
Öldükten sonra da.
*
Bana sormayın böyle nereye,
Koşa koşa gidiyorum,
Alnından öpmeye gidiyorum,
Evleri balkonsuz yapan mimarları.

***

Çalışmaları ve görüşleri

Onun varlığını tanımlamada kullandığı biricik vasıta İslamiyet inancıydı. Kendisi ve çevresindekiler İslam’ı çağa uydurmaktansa, çağın İslam’a uyması gerektiği görüşünün fikir planda mücadelesini verdiler. O, dini varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi olarak görüyordu. Benimsediği ve şiirle harmanladığı bu görüşe de “Diriliş” adını vermişti. Tüm bunları düşündüğünde ve bir dergi kurmak istediğinde 30’ndaydı.
Sezai Karakoç, İstanbul’da 1960’ta Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurmuştu. Dergi, 27 Mayıs 1960 darbesi sebebiyle ancak iki sayı çıkarabildi. 30’lu yaşlarını sürmeye başladığında ise, Sezai Karakoç’un daha hassas bir ruhu vardı. Öyle ki, çimenlere basmaya dahi çekiniyordu. İlerleyen zamanlarda Diriliş Dergisi’ni daha kapsamlı bir şekilde çıkarmak için çalışacaktı. Dergi, ara ara kapanıp tekrar açılarak 1988’e kadar varlığını sürdürdü.

AMAÇ ÜÇ KELİME: HAKİKAT, ADALET, FAZİLET

Karakoç, 1961 – 1964 yılları arasında Pazar Postası, Yeni İstiklal dergilerinde; 1964 – 1967 yılları arasında Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi’nde, şiir, eleştiri ve denemelerini yayımladı. Büyük Doğu, bir zamanlar onun için hayal bile olamazken, şimdi Necip Fazıl ile kurulmuş bir dostluğu vardı.

1990’da, amblemini güller açan gül ağacı olarak belirlediği Diriliş Partisi’ni kurdu. Bu partinin başkanlığını 7 yıl yürütecekti. 19 Mart 1997’de üst üste iki kez genel seçime giremediği için, Diriliş Partisi kapatıldı.

2007’de, bu kez Yüce Diriliş Partisi’ni kurdu.

Emeklilik yılları ve ödülleri

Sezai Karakoç, memuriyet hayatından emekli olduğunda, hiçbir ortaklığa girmeden, ortaya bir sermaye koymadan, parasız pulsuz dergi, gazete çıkarmaya başlamıştı. Özellikle eserlerini, kendi yayınevinden başka bir yerde yayımlamama konusunda kararlıydı. Tüm hayatı boyunca kimseden bir şey istememe konusunu kendisine ilke edinmişti. Yetişen genç kuşak da, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su kadar, Sezai Karakoç’un Diriliş’i de etkiliydi. 1968’de, MTTB Milli Hizmet Madalyası; 1970’de, Sürgün Macar Yazarlar Gümüş Madalya Ödülü; 1982’de, Yazarlar Birliği Hikaye Ödülü; 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü; 1991’de de Dünya Kültür ve Sanat Akademisi Ödülleri’ni layık görüldü. Ancak Sezai Karakoç, bu ödüllerin hiçbirini kabul etmedi.

2006’da, Sezai Karakoç, Kültür Bakanlığı Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işleri için harcanmasını, diğer kısmınınsa bildirdiği adres gönderilmesini rica ettiğini açıklayan bir mektup yazdı.

2011’de ise, Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ancak bu ödülü de reddetti.

25 Eylül 2021'de İstanbul Üniversitesi, şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’a fahri doktora unvanı verdi. İÜ Rektörü Mahmut Ak programa katılamayan Karakoç’a fahri doktora belgesinin evinde takdim edildiğini dile getirdi.

Bazı şiir kitapları

Hızırla Kırk Saat
Taha'nın Kitabı
Körfez/Şahdamar/Sesler
Zamana Adanmış Sözler
Ayinler
Leyla ile Mecnun
Ateş Dansı ve Alın Yazısı Saati

Editör: Haber Merkezi