Zihinsel süreklilikler ve Yeni Zelanda’daki saldırı

Abone Ol

Yeni Zelanda’da yaşanan saldırıyı vakıa-i adiyeden olarak değerlendirmek asla mümkün değildir. Katilin referans aldığı şahıs ya da olayların belirli bir zihinsel süreklilik takip ettiği de çok net olarak ortada iken, gerçeğin üzerini örtmek, bundan sonra benzer hadiselerin tekrarlanma ihtimali artırmak anlamına gelir.

Bütün dünyanın sağduyulu insanlarının bu faşist, ultra milliyetçi akımların önüne geçmesi gerekir. Geçmişte yaşananlar, bir “ırka tapınmak” anlamına gelen faşizmin asla belirli bir din ya da ideoloji gözetmeksizin hedef seçtiğini gösteriyor. Bir “öteki” oluşturmadan, bir düşman “icat” etmeden ayakta kalma şansı olmayan ve “aşırı sağ” olarak da tarif edilen faşizmin en meşhur örneği Hitler dönemi Almanya’sı olabilir, fakat ilk örneği kesinlikle değildir. Kaldı ki faşist hareketler sadece Batı zihniyetli de değildir. Doğudan da ciddi örnekler sıralayabiliriz. Konuyu dağıtmamak adına meselenin o boyutuna girmeyeceğim, şimdilik. Şu hakikati vurgulayarak yetineceğim. Faşizmin doğusu, batısı, güneyi, kuzeyi yoktur. “tanrı”lar ve “kurban”lar farklı olsa da zihniyet hep aynıdır.

Yüksek bir duygusallıktan beslenen bu ırka tapanlar, tarihin her döneminde “tanrı”larına -onları sonsuza değin yaşatsın diye- “kurban”lar sundular. Batının faşistleri için bu kurbanlar, yeni bir öteki olarak belirlenen “İslâm” ortaya çıkana kadar kendilerinden seçildi. İngiltere ile Fransa arasında devam eden Yüzyıl Savaşları ya da Katoliklerle, Protestanlar arasında cereyan eden Otuz Yıl Savaşları bu noktada önemli örnekler olmakla birlikte belirli bir dönemde de Yahudiler kurban edildiler. Kurbana doymayan bu “tanrılaşmış ulus” bilinci yaklaşık altı milyon Yahudi’yi kurban alırken de tıpkı öncekilerde olduğu gibi bir duygu ile hareket etti.

Özellikle Haçlı Seferleri ile hedefe konan Müslümanlar, giderek zayıflayan devlet yapılarıyla zaman içerisinde daha fazla kurban vermeye başladı. Bu kurbanlar sadece ve bizatihi Batılıların eliyle olmadı, bundan daha az olmayacak şekilde maşaları da devredeydi. Üstelik kendilerini “Müslüman” olarak ve “İslâm” adına “cihad” ediyor gibi gösterdiler. Oysa kanan zavallı tipler dışında bütün motivasyon kaynakları “Batı” kökenliydi.

Dünyanın her yerinde yükselen aşırı sağ hareketler, mikro milliyetçilik anlayışını da doğurdu. Dünyadaki çatışma alanlarını çok daha parçalı hale getiren bu anlayış ne yazık ki çatışmaların çok daha derinleşmesine de sebep oldu. Adeta kılcallara kadar inen bu çatışmacı anlayışa eğer dur denemez ise korkarım huzur ve güven insanlığın daha da uzağına ilerlemeye devam edecek…

Gücü ve güçlüyü seven faşizm, onlarla işbirliği yaptığında çok daha ürkütücü olabiliyor. Bir gücün elinde ilerleyen ve hesap sorulamayan bir faşizmin ne derece oburlaşabildiği ve kana doymadığı çok açık bir hakikattir. Zaten soyutlaştırma yeteneği çok kuvvetli olan faşizme, bugün birde “dijital ruhsuzluk” eklendi…

Yeni Zelanda örneği bu açıdan da çok çarpıcıdır; bir o kadar da ürkütücü… Masum insanları adeta bir bilgisayar oyunundaymış gibi öldüren bu katillik merhametten, vicdandan azadedir… Soğukkanlı bir katillik örneği olan bu üstün ırk anlayışının beslediği yok etme bilincine birde sanal gerçeklik ya da artırılmış gerçeklik eklendiğinde işin ciddiyeti çok daha ileri seviyelere ulaşmaktadır.

Bu caniler temsil ettikleri anlayışın diğer üyelerinin de  “öldürme hazzı”nı canlı olarak yaşayabilmesini arzu etmiş gibi görünüyorlar. Bunun bir fetiş haline gelme ihtimali çok ürkütücüdür. Zira elleri kelepçeli katilin “üstün beyaz ırk” işaretiyle kendi zihniyetindekilere verdiği adeta “bu iş tamamdır” mesajı, farklı motivasyonları da tetikleyebilme ihtimali taşımaktadır. Kendisini yalnız görmediği de çok aşikârdır. Birçok kınama mesajına rağmen her seviyeden destekçisinin olduğu da çok net olarak ortaya çıktı.

Referans verilen bütün olayların -İspanya’nın alınmasından Viyana bozgununa kadar- ortak noktası, bir Türk’e ya da bir Müslüman’a Batılılar tarafından yaşatılmış bir yenilgi ya da acıyı içermesidir. Batının tarihsel kodlarında var olan bir gerçeğin, yaşanan göç dalgalarıyla yeniden tetiklenmiş olabileceği ihtimali de ciddiyetle el alınmalıdır. Buna ilaveten hedefe konulan Türkiye ve Erdoğan gerçeği de ideolojik saplantıların ötesinde bir değerlendirmeyi hak ediyor… Bu sebeple bizi aynı noktada birleştireceğini umduğum bir soruyu orta yere bırakıyorum. Peki, ne oluyor da birileri bütün bunlardan endişe ediyor ve gelecek korkusuyla onları ya da sembollerini hedef alıyor?