Zeynep Abla, Emre ve ölüm

Abone Ol

Zeynep Abla vardı… Güler yüzlü, sevecen, iyi insandı tanıdığım kadarıyla. Çok da hukukumuz yoktu aslında. En son yıllar önce konuşmuşuz mesela. Halimi hatrımı sormuş, aileme selamlarını iletmiş. Sosyal medyada çıktı karşıma geçenlerde. Neler yapıyor acaba diye merak ettim. Açtım sayfayı. Sonra sarsıldım: Sayısız taziye mesajı, dualar… Vefat etmiş Zeynep Abla. Ama üç sene önce. Üç… Ve benim hiç haberim olmamış. Hukuk okuduğunu biliyordum İstanbul’da. Daha sonra Büyükşehir’de avukatlığa başlamış. Hayaller, dertler, acılar, sevinçler… Hepsinin kıymeti, ummadık bir anda ruhu ensesinden yakalayan feci bir trafik kazasına kadarmış meğer. 24’ündeymiş ölümü tattığında.

Neye uğradığımı şaşırırken, bir anda başka bir arkadaşıma uzandı gönlüm. Lise arkadaşım… Fidan boylu, yakışıklı bir çocuk… Emre’ydi ismi. O da elim bir trafik kazasında göçüp gitmişti bu fani kaostan. Hem de anneciğiyle beraber. 17’sinde bile değildi belki…

O dönemlerde dilime pelesenk ettiğim, kavrula kavrula haykırdığım bir şair kelâmı vardı:

Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda

Yine düştü dimağıma o yakıcı sözler. Epeydir terennüm etmiyordum. Fıtrat bu ya; çabuk kopuyoruz hakikatlerimizden. Çabuk unutuyoruz mutlak sonumuzu. Biliyorum yine unutacağım bir gün gideceğimi. Her an beni kovalayan, kaçışı olmayan o keskin gerçeği; yine umursamayacağım aklı inkâr eder gibi. Yine sarılacağım, dünyanın parlak elbiselerle süslenmiş bataklığına.

Olsun…

En azından şimdi, kimse durduramaz beni.

Yine kucaklayacağım şairin yanık kelimelerini…

Klişe örnektir; yarış atı gibi koşturuluyoruz hayat hipodromunda. Sürekli kırbaçlanıyoruz, adi bir düzeni ve alçak menfaatleri yaşatmak için. Bilmiyoruz o an gelince çatlayacağımızı. Öğretmiyorlar bize. Unutturuyorlar. Kendimizi tanımamıza dahi izin vermiyorlar. Öteyi, ötelerin ötesini düşündürtmüyorlar bize. Söküyorlar tüm hislerimizi. İdrakimizi, kırbaçlaya kırbaçlaya parçalıyorlar.

Öyleyiz işte…

Yorgunluk hissi, cevherinden çekip çıkarılmış atlar gibi… Koşuyoruz. Çatlayana kadar koşuyoruz. Koş diyorlar bize çünkü; “koş!’’… ‘’Nereye varacağını bilmeden koş!’’ Kestiremiyoruz ne zaman çatlayacağımızı. O an geliyor, yığılıveriyoruz toprağa. Ve bitiyor vazifemiz. Hiçbir önemimiz kalmıyor. Kırbaçlanacak ve çatlayana kadar koşturulacak milyonlar var zira geride. Hepimiz, bir gün yerle yeksan olacak kerih nizamın sürekliliği için kullanılan ve pili bitince atılan oyuncak atlarız sanki… Sonsuzluğa inanmayan bedbahtları tatmin uğruna, ziyan bir hayat yaşıyoruz. Zayi olup gidiyoruz sonra.

Zamandan demir almak gününün ne zaman geleceğini, meçhule giden geminin limandan hangi vakit kalkacağını bilmemek; aslında bir rahmetti bizim için. Topyekûn zayi olmaların en etkili ilacıydı belki de. Ona göre yaşamalı, gemiyi ona göre doldurmalıydık. Kırıp atmalıydık üstümüze çalınan kırbaçları. Reddetmeliydik bizi çatlatana kadar koşturan ölümlü menfaatleri. Oysa biz, ölümü bilmemeyi ölümsüzlük sandık. İsyan ettik ölümü yaratanın merhametine. Nimete ihanet ettik.

Ne ara bu hale geldik? Ne ara unuttuk geldiğimiz yeri? Ne ara körleştik varacağımız noktaya? Geldiğimiz ve varacağımız yer arasındaki köprüyü, ne ara sonsuzlaştırdık şuurumuzda?

Hâsıl-ı kelâm…

Artık şu cevapsız soruyu mıhlamak vaktidir şah damarımıza:

Büyük randevu… Bilsem nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?